30 Mayıs 2020 Cumartesi

Dijital hikaye


 https://docs.google.com/presentation/d/1tF1btW4BNU5FqQ9NVLFC972vNXF80uXLlDQeItm7uvI/edit?usp=sharing

Gastronomi popüler kültüre hizmet ediyor

        

 

Sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri telefonları elimizden düşürmez olduk ve bu mecralarda her şeyi paylaşır olduk. Sosyal mecralar bu kadar hayatımızdayken belli sektörler de kendilerini daha fazla gösterme gücü buldu. Müzik, moda, güzellik sektörlerinin ayrı görsel şölen sunduğu sosyal medyada bir de yiyecek-içecek kültürü oluştu. Gastronomi ve Mutfak Sanatları bazen bütün inceliğiyle bazen de olağan görkemiyle gösterildi. Elbette bu kadar göz önünde ve sevilen bir sektörden ayrıca yararlanmak isteyenler ve şöhreti böyle yakalayanlar da oldu. Türkiye’den bazı örnekleri ise, artık bütün dünyanın tanıdığı Nusret Gökçe ve onun meşhur tuzlama şekli ‘’Salt Bae’’. Bu ismin yanı sıra şu an yine gündemde olan bir isim daha CZN Burak ve ‘’Smiley Bae’’ ile tanıtılması… Çektikleri videolarla izlenebilirliği arttırmaları ve reklamını çok iyi yapmış olmaları onları dünya çapında tanınan isimler yaptı. Daha sonrasında ve hatta daha öncesinde de kendilerini tanıtmak, yaptıklarını göstermek adına Şefler, Aşçılar, lokanta sahipleri sosyal medyayı değerlendirdi. Farklı olup dikkat çekmek adına hareketler yapan çiğköfteciler, midyeciler ve tostçular da diğer tarafta sosyal medyada varlıklarını gösterdiler. Bu durumlar neticesinde ‘’Gastronomi de popüler kültürün bir parçası mı oluyor’’ diye düşündük ve bunu, genç yaşına rağmen büyük başarılar sağlamış Şef/Yazar Firkan Gülaydın’la konuştuk. Kendisini tanımaktan mutlu olduğum bu genç adam, bütün sıcaklığı ve bilgisiyle bu konu hakkında düşüncelerini ve kendi hayatını bizlere anlattı. Çok genç olmasına rağmen hayatına çok fazla deneyim sığdırmış olan Firkan, aynı zamanda edebiyata olan ilgisini de hiç bırakmadı. Yazmayı hep sevdiğini söyleyen, gazetede, dergide yazmış ve hala Masa dergisinde yazmakta olan Firkan ‘’Yaşamak Mutfağı’’ adlı ilk kitabına aldığı geri dönüşlerle,  edebiyat alanındaki başarısını da sağladı. Bu çok yönlü konuğumla yaptığımız sohbeti yazıya dökerken de keyifle yaptım. Umuyorum ki siz de okurken aynı keyfi alırsınız.

 

Gastronomi senin hayatında ne zaman, nasıl başladı?

12 yaşında mutfağa başladım aslında. Ortaokul ve lise düzeyinde Aşçılık Okulu var Bolu/Mengen’de. Bu şekilde dünyada iki tane okul var, biri de Fransa’da. Ben de ilkokulu bitirdikten sonra direkt ortaokula oraya girdim. Yani 12-13 yaşındayken biz okulda yemek yapıyorduk, o kadar erken başladı. Bir de bizim Bolu/Mengen aşçılığıyla ünlüdür, bununla ilgili festivaller düzenlenir, onun da etkisi var diyebilirim. Küçük yaşta yetişince tabi mesleğe dair her şeyi öğreniyorsun; bütün zorluklarını görüyorsun, stajlara gidiyorsun, Turizm sektörünün içine giriyorsun ve bu sektörde sadece yemek yapmayı değil, hayatı öğreniyorsun, insanları tanıyorsun… O okulu bitirdikten sonra en iyi kararım üniversiteye gitmemek oldu. Şu an Anadolu Üniversitesi’nin açığından devam ediyorum ama o zaman Beslenme Öğretmenliği kazandım. O sıralarda Gastronomi yoktu, karar vermem gerekiyordu öğretmenlik mi yapacağım yoksa sektöre mi gireceğim. Bu işi hiç sevmiyordum aslında, çocukken Belediye Başkanı olmak gibi bir hayalim vardı. Daha sonra 2006 yılında İtalyanlarla çalıştım ve tamam dedim ben bu mesleği yapacağım. Bir de artık restorancılığa geçmiştim. İtalyanlar da daha farklı, bizim gibi değiller daha disiplinliler.

AYAKLARIM HER ZAMAN YERE BASTI

Bolu’da doğdun ne zamana kadar oradaydın, oradan sonra neler yaptın?

17 yaşına kadar Bolu’daydım. Daha sonra Antalya’ya gittim orada çalışmaya başladım. Toplamda 8 yıl orada kaldım ama dönemsel olarak ve belli bölgelerinde çalıştım. Belek, Lara ve Manavgat bölgelerinde çalıştım. Zaten 20 yaşında mutfak şefi oldum ve neredeyse yemek yapmayı bilmiyordum ama bu bir fırsattı değerlendirmeliydim. Kendimi geliştirdim, iyi yaptığım bir şey vardı yemek yapmanın yanı sıra, insan ilişkilerinde çok iyiyim. İnsanlarla diyaloğum çok güzeldir. Şef oldum, 20 yaşındayım çocuğum neredeyse ve babamdan büyük insanlarla çalıştım. Bir aradasın senin diyeceğin lafa bakıyorlar, iş bekliyorlar ama daha sonra ben o saygınlığı kurdum. Çalışmaya devam ettim birçok yerde, Kıbrıs’a gittim, Antalya, Ankara… 25 yaşındayken,  Turizme Yön Verenler İcra Kurulu, o yıl Turizme Katkı Yapanları seçiyordu. Bu bir dizi, hava yolu olabilir, ben orada 2015 yılının en iyi mutfak şefi seçildim. Türk Hava Yolları, Osman Sınav gibi isimlerin olduğu yerde ben de ödül aldım ama benim ayaklarım her zaman yere bastı. Ödül alışım gazetelere falan çıktı öyle olunca bu sefer üniversitelerden davetler gelmeye başladı, seminer yapalım, workshop yapalım diye. Gidiyorum şimdi üniversitelere Türkiye’deki bütün bölgeleri gezmişimdir. Workshop yapıyorum, mesela sabahtan bir grup öğrenci alıp öğleden sonra seminer verip hayat hikayemi anlatıyorum. Mutfak kısmı bu şekilde devam etti. Yazarlık hayatım ilk Mevsimsiz Yayınevi’nde başladı. 1.5 yıl da Milliyet gazetesinde yazdım, köşemde Gastronomi üzerine yazıyordum, Sonra bana çok mecburi geldi sadece Gastronomi üzerine yazmak. Mesela şu an Masa dergisinde yazıyorum konu serbest, hayali karakterler yaratıyorum, bir dünya yaratıp yazıyorum. Milliyet’te ise hep Gastronomi yazmak zorundasın her hafta her hafta… Akademik bir şeye dönüşür gibi oldu ve bıraktım. Bir de çok yoğun çalışıyordum zaten ara verdim. Dergi devam ediyor. O arada bir kitap olsun istedim. Kitap çıktı, okuyucu da biriktirmiştim zaten dergi sayesinde. O kitabı da yaşamak istedim yazma ve yayın süreci… Bir de bu devirde kitap çok zor artık çıkarmak, basmak, dağıtmak yani her şeyi. Kitap da 4.baskıya giriyor, Türkiye’de kitap para kazandırmıyor zaten. Ben özellikle kimseyle anlaşıp reklam da yapmadım. Üniversiteye davet ediyor hocalar, kitabını da getir diyorlar ama bana çok ticari gibi geldiği için götürmüyorum. İsteyen gidip alabilir ben ticaretini yapar gibi çocuklar bu benim kitabım alın demek istemiyorum. O bir taraftan devam ediyor, dergi devam ediyor. Çocuk kitabına başladım çünkü çocuklar için de bir şeyler bırakmak istiyorum. Yaşamak Mutfağı kitabım gibi ama mesela D&R benim kitabımı ‘’kişisel gelişim’’ e koydu ama ben kişisel gelişim olsun diye yapmıyorum. O konuda kendimi kategorize etmiyorum. Bir de kişisel gelişim kitapları şöyle ‘’böyle davranın, şöyle olun’’ gibidir ya ben öyle yapmıyorum. Ben öyküler anlatıyorum, yaşamdan hikayeler anlatıyorum aslında ben bir hikaye anlatıcısıyım. Hikayelerimin içine bir takım çıkarımlar koyuyorum, insanların anlayacağı ve göreceği farkındalık yaratan. Mesele depresif yazmıyorum, depresif hiçbir şekilde sevmiyorum. Benim kitabımı okuyan insanların mutlaka bana dönüşü olur, ‘’moralim bozuktu sizin yazdıklarınızı okudum daha sonra kendime geldim. Acı çekiyordum acılarımı unuttum’’ şeklinde. Çocuk kitabı da ‘’doğa ve çocuk’’ diye. Ben çocuklara hep şunu söylüyorum; doğa gibi olmak gerek. Doğada gerilim, endişe, telaşe yoktur ve her şey olduğu gibidir. İnsanlara bakınca insanlar telaşlı, her gün bir korku, endişe var. Çocuklara da doğa gibi olmaları gerektiğinden, çocukla sincabın arkadaşlığı gibi doğayı anlatıyor. Masal kitabı ama içinde böyle güzel mesajları olan bir kitap. İnşallah bir an önce çıkacak. Aslında zaman benim için önemli olan. Birçok şeyi kafamda yazıyorum mesela roman benim kafamda, bütün sayfalarını yazmış durumdayım kafamda. Oturup yazıya dökmek biraz zor.

Kafamda yazıyorum dedin, yazıya aynı şekilde geçirebiliyor musun? Nasıl oluyor?

Değiştirdiğim de oluyor, akışın farklı geliştiği zamanlarda. Örgü gibi aslında geliyor, gelişiyor kendiliğinden. İlham gelsin diye bekleyenlerden değilim, restoranın ortasında, yoğunluğun ortasında, oturup kahve içerken yazabiliyorum. Allah’tan hiç öyle sessiz olsun, köşeme çekileyim bir şeyim yok. Ben yolculukları çok seviyorum, çok seyahat ediyorum. Yoldayken de yazıyorum mesela Masa dergisinin çoğu hikayesini yolda yazmışımdır.

TÜRKİYE’NİN %3’Ü TELEVİZYONDA GÖRDÜĞÜNÜZ ŞEFLERDEN

Gastronomiye tekrar dönersek, sence Gastronomi popüler kültüre hizmet etmeye başladı mı? Nusret, CZN Burak gibi isimler çok popüler, sen ne düşünüyorsun?

Kesinlikle popüler kültüre hizmet etmeye başladığını düşünüyorum. Mesela ben Şefim ama benim profilimde yemek fotoğrafı falan görmezsin, softur aşçı olmama rağmen. Hiç aşçı olmamasına rağmen insanların profili yemeklerle dolu çünkü beğeni alsın diye. Bir ev hanımı diyet yaptı, diyet kurabiye, vegan yemekler paylaşımı. Kesinlikle popülarite için.  MasterChef diye yarışma programı çıktı, gastronomiyle hiçbir alakası yok zaten Acun Medya’nın bir profili vardır; bir tane şiveli adam vardır, bir tane hayat hikayesi olan bir kadın vardır, bir tane çok güzel bir kız vardır, bir tane art niyetli birisi vardır. Bunun da amacı rayting artsın diye. MasterChef’ te yabancı formattan alma zaten. Amerika’da bir tane Jounior Chef diye bir program var; 7-8 yaşında çocuklar yemek yapıyor ve inanılmazlar. Büyükler için versiyonu da var o tamamen profesyonel artık. Çıkardıkları tabaklar, yemekler hepsi zirve. İnsanlarda şef olursan çok kazanırsın, meşhur olursun algısı var. Türkiye’de %3 televizyonlardaki şefler gibi para kazanıp, öyle bir hayat yaşıyor.

Peki onlar çok göz önünde olduğu için mi öyle zannediliyor? Eskiden böyle bir algı yoktu ve şimdi var bunu neye bağlarsın?

Seminerlerde de anlatıyorum, bundan 10 sene önce anne-babalar çocuğu aşçı olsun ister miydi? Kimse istemezdi, hukuk okusun o olsun bu olsun derdi ama şimdi aileler çocuklarını özle aşçılık okullarına, yurtdışına gönderiyor, para veriyor. Üste para harcayıp aşçı olmak istiyor. İşte Gastronominin gelişimi de bu örnekten baz alınabilir. Şimdi insanlar para harcıyor ki çocuğum şef olsun diye. Tabi bu gelişim çok güzel bir şey ama bu gelişim olurken de çok hata yapıyoruz. Meysa diye bir mutfak okulu var İstanbul’da, özel bir aşçılık okulu. Paralar harcıyorlar oraya, 6 aylık bir eğitim veriliyor. Sanıyor ki 6 ayın sonunda Süperman gibi her şeyi bilerek çıkacaklar. Bu meslek için insanlar yıllarını veriyor, 6 ay sonra şef olmayacaksın ama algı o şekilde. Diplomayı veriyor sana, şefsin diyor çocuk piyasaya giriyor ben şefim diye işveren de eğitim almış diye mutfağını emanet diyor. Menü planlama, mutfağın kurulumu, teknik detaylar bilmiyor. Sonra ne oluyor? İşyeri batıyor. 6 ay sonra başka bir yerde açıyor ve yine batıyor bu hatalar yüzünden. Bir şef mutfak inşaat halindeyken her şeyi kafasında kurgulayabilmesi lazım. Tezgah nerede duracak, depom nerede olacak, su deposu nereye koyulacak… Bir mutfaktan verim en iyi nasıl alınabilir gibi detayları şefin yapabiliyor olması lazım. Şef eskiden sadece yemek yapandı ama şimdi aynı zamanda psikolog müşterinin ve personelin psikolojisini anlaması lazım. Yeri geliyor üniversite mezunu insanlarla, yeri geliyor ilkokul mezunu insanlarla çalışıyoruz. Muhasebe bilmemiz lazım, alım-satım hesaplarını bilmemiz gerekiyor. Fizik bilmemiz lazım, buharlaşmalar,   yoğunlaşmalar vs bilinmeli. Daha sonra gurme olmamız lazım, damak tadının Aynı zamanda restoranı, barı bilmemiz lazım. Artık bu devirde sosyal medyayı hakim kullanıyor olmamız lazım. Restoranın reklamını yapmak açısından.

BİR SANAT TOPLULUĞU OLUŞTURDUK

Gastroedebiyat kulübü kurdun, onun serüveni nasıl başladı?

-Aslında benim Mutfak-Sanat-Edebiyat diye bir sayfam vardı. Hem mutfak hem edebiyat adına iki yönlü olduğum için. Sonra dergi çıkarıyorduk arkadaşlarla, bu ikisini birleştirip sanat kulübü kurmayı düşündüm. Yazarlar olsun, psikologlar olsun, şefler olsun. Bu karışımdan çok güzel şeyler doğacağını düşündüm, bir şefle bir yönetmenin sohbet etmesi gibi. Sanatın her dalı vardı; yazarlar, şarap uzmanları, şefler, öğrenciler, tiyatrocular… Birçok kitleden vardı. Biz 24 sayı e-dergi oluşturduk yani sanaldan dergi yaptık. Onun dışında da bu toplulukla köy okullarına kütüphaneler kurduk. 17 tane okula kütüphane kurup, kitaplar gönderdik. Tek başımıza değil tabi insanlar destek oldu, kitap gönderdiler. Buna öncü olduk, amacımız da buydu ona hizmet etmekti. Sergi açtık Ankara’da, yenilebilir-takılabilir sanat. Gelirini yine kız çocuklarını okutmak için olan projeye bağışladık. Kulüp devam ediyor ama çok aktif değiliz. Herkes yoğun, dergiyi de bitirdik her şeyini ben yapıyordum. İletişimimiz devam ediyor zaten hepsiyle arkadaş olduk. Bu birliktelikten 2-3 tane kitap çıktı, tiyatro oyunları çıktı, çok güzel şeyler ortaya çıktı. Bir kültür mozaiği oluşturmak istedim ben, o da güzel sonuçlar doğurdu.

Yazarlık hayatın nasıl başladı?

İlk kendi bloğumla başladım. Mevsimsiz Yayınevi’nde 10 sene yazdım. Yerel gazete vardı ama çok amatördüm tabi. Çocukluğumdan beri aslında içini dökme, yazma isteğim vardı. Yazarlıkla ilgili bir eğitimim yok ama çok kitap okuyorum, kitapları teknik açıdan okuyorum. Mesela arkadaşım okuduğum kitabın konusunu soruyor, konusunu bilmiyorum diyorum ben tam olarak teknik açıdan bakıyorum. Hangi bakış açısıyla yazmış nasıl bağlamış. Kendi tarzını nasıl yaratmış, bu yazarlarda olması gereken bir şey, birçok kişi bunu yapıyor. Mesela Zülfü Livaneli’nin tarzı vardır, Orhan Pamuk’un tarzı vardır. Ben de işte deneye deneye üslubu oluşturuyorum ki insanlar Firkan Gülaydın yazısı diyebilsinler.

ASLINDA HAYAT BİR MUTFAKTIR, İNSAN PİŞER İÇİNDE

Yaşamak Mutfağı kitabı nasıl oluştu, ne anlatmak istedin bu kitapta?  

Yaşamak Mutfağı, benim parça parça yazdığım öykülerden oluşuyor. Ben şöyle diyorum; aşçı olduğum için hayata biraz mutfak penceresinden bakıyorum. Aslında hayat bir mutfaktır ve insan pişer içinde. Buradan yola çıktım, herkes kendi yaşamak mutfağının şefidir. Mutfağınızı ne kadar güzel yönetirseniz, o kadar güzel bir yaşamınız olur. İçinde ‘’Kimliksiz Sevebilmek’’ diye bir yazım var, severken kimlikleri kaldırmamız lazım. ‘’ Zihinsel Esaret’’ diye bir yazım var, bu popüler kültüre takıntı, aslında zihinsel olarak bir esaret yaşıyoruz. Amacım insanlara ilham olmak. Kitabın ilk cümlesi de şudur: ‘’Aslında yazdıklarım banadır’’ aslında birçok şeyi kendime yazıyorum siz bahanesiniz diyorum okuyucuya. Her yazdığımı ben de yeri geliyor yapamıyorum, aslında kendime de öğütler veriyorum gibi. Birçok hikayeden oluşuyor ama hepsini birleştirdiğinizde yaşama dair mesajlar diyebiliriz.

Kitaba geri dönüşler nasıl oldu, ne dedi insanlar?

Çok güzel oldu. Dergiden de okuyucu kitlem olduğu için biraz da onların baskısıyla kitap çıktı. Kitap bekliyoruz, kitap ne zaman çıkacak diye sorarlarken ben de hazır değildim. Biraz birikim yapmam gerekiyor diye düşünüyordum ama sonra elime o kadar kötü kitaplar geçti ki… Bu kadar kötü şeyler varken dedim, hak ediyorum benim de bir kitabım çıksın en azından köşede durur, tepkilere bakarım, hatalarımı görürüm. Tabi ki hatalarım da oldu, şunu şöyle yapsaydım dediğim ama görmüş oldum. Biraz tecrübe kazandırdı, en azından bir kitabım var, insanlar ulaşabiliyor ve her kütüphanede olması gerekiyor gibi inanılmaz dönüşler var. Aynı zamanda tekrar tekrar okunabilecek bir kitap. İnsanlar altını çizdikleri yerleri fotoğraf çekip gönderiyorlar. Tam olarak emeğimin karşılığı insanların geri dönüşleri. Maneviyat kısmı açısından beni hedefime götürdü.

ÇOK ÇALIŞMALARI GEREKİYOR

Turizm Fakültelerinde seminerlere gidiyorsun, nasıl geçiyor?

Genelde Turizm Fakültelerine gidiyorum Gastronomi için ama ODTÜ’ye de gidiyorum. ‘’Bireysel Gelişim Günleri’’ oluyor, orada da kişisel gelişimle ilgili konuşuyorum. TEdX tarzında konuşmalar yapıyoruz. Tema belirleniyor, o temaya göre konuşmalar yapıyorum. Mesela ben bir kere ‘’hayalet’’ temalı bir kere de ‘’cesaret’’ temalı yaptım. Cesaretle ilgili yazılarım kitabımın içinde de vardı zaten. ODTÜ kısmı böyle işte ama genelde Turizm Fakültelerine gidiyorum tabi.

Öğrenciler en çok neyi merak edip soruyor?

En kısa yoldan şef olmak istiyorlar. Hiç emek harcamayayım, bir an önce şef olayım diyorlar. Ben de çok çalışmaları gerektiğini söylüyorum, kendilerini geliştirmeleri gerektiğini… Daha sonra otelde mi devam edeyim restoranda mı diye soruyorlar. Yurtdışına nasıl gidebilirim sorusu en çok sorulanlardan. Ne Gibi zorluklarla karşılaştınız ve özellikle kadınların Mutfakta hep ikinci planda gibi olmaları hakkında. Ben staja gittim, hiçbir şey öğrenmedim diyorlar, aslında çok şey öğreniyorlar. Nasıl bu kadar genç yaşta başarılı oldunuz gibi sorular soruyorlar.

 SİZ KADINLARIN BİZDEN HİÇBİR EKSİĞİ YOK

Biliyorsun bizim toplumumuzda evde yemek görevi kadına verilir ama genelde şefler erkek. Otel, restoran mutfaklarında daha egemen görünüyorlar. Bunu neye bağlarsın? Sektörde kadın şef oranı gerçekten az mı?

Kadın şef oranı az bu da şu yüzden; bizim okulda 400 tane erkek öğrenci vardı, 4 tane kız öğrenci vardı o dönemler. Şimdi biraz daha fazla ama insanlar kızlarını staja göndermek istemiyordu; Antalya’ya, Manavgat’a, Bodrum’a vs. Hadi diyelim gitti, çok da iyi aşçı mezun oldu, evlendiği zaman kocası istemiyor. Yoğun çalışıyor, geç saatte çıkıyor… Aslında toplumsal bir baskı. Kadının çocuğu oluyor, ara veriyor ve mutfak sert bir sektör sert olması gerekiyor. Çok başarılı kadınlar da var. Birçok yerde Avrupa’da da kadınlar bu alanda ön planda değil. Mesela benim bir tane kadın pastane şefim vardı, yoğun çalışıyorduk. Evliydi, çocuğu vardı ona senin için sıkıntı oluyor mu diye sordum, benim için sorun olmuyor eşim memur çocukla o ilgileniyor demişti. Akşamda çocuğuyla birlikte eşi, onu almaya geliyordu. Çok şaşırmıştım, Türk toplumunda çok fazla görmediğimiz şeyler. Bir gün dedim ki nasıl böyle oldunuz, eşiyle de tanıştım harika bir karakter ve uzun yıllar yurtdışında yaşadıklarını öğrendim. Türkiye’de evlenen biraz daha kendini arka plana atıyor. Kadınlar daha çok pastacılıkta ilerliyor. Daha kolay, sabah çalışılabilir bir iş çünkü bir pastacılık var bir kıyma çekmek gibi güç gerektiren bir şey. Kadın-erkek eşitliğini savunan bir insanım ben. Burada en çok görevde kadına düşüyor. ‘’Susan Kadın’’ diye bir yazım vardı, orada yazmıştım, kadın kocam gelişsin arka planda kalırım diye düşünebiliyor. Beyim ne derse o olur diyen susan kadınlar yüzünden diğer kadınlar da zarar görüyor. Hukuksal açıdan tamam eşitiz ama sosyolojik açıdan öyle değil. Ben her mutfağımda mutlaka kadın personelle çalışırım ve aman sen bunu kaldıramazsın diye kolay iş vereyim yapmadım ki kendine güveni gelsin. Siz kadınların bizden hiçbir eksiğiniz yok.

Peki erkekler daha iyi aşçıdır algısı var ya, sence bu nasıl bir ayrım var mı?

Bunun kadını-erkeği yok. El lezzetiyle alakalı. Araba kullanırken de kadınlara laf atılır ama baktığın zaman o kadar çok kötü kullanan erkek var ki… Ama işte biraz da psikolojik, aldı o yönde mutfakta da o yönde olmuş. Aslında kadınların elleri daha yatkındır, çocuk yaşta mutfakta annelerine yardım ederler, daha hâkimler aslında.

KENDİ MUTFAĞIMIZA HÂKİM OLAMIYORUZ

Türkiye’nin Gastronomi seviyesi sence ne durumda?

Neyle kıyasladığımıza bağlı, dünyada kıyaslarsak çok çok gerideyiz. Bizim kendi mutfağımız tanınma aşamasında yok. Avrupa, şiş kebap biliyor bizim sadece binlerce çorbamız var. Osmanlı mutfağında şerbetlerimiz… Osmanlı mutfağında salyangoz bile pişerdi. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak deyimi oradan çıkmıştır. Osmanlı mutfağında ahtapot vardı deniz ürünleri vardı. Birçok yere hâkimlerdi, birçok kültür vardı içinde. Açık büfe oteli düşün; isimlikler vardır ya İngilizce isimler yazar. Biz mantı koyuyoruz Kayseri mantısı, oraya Turkish ravioli yazıyoruz. Mantı mantıdır yani. Pide yapıyor insan Turkish Pizza yazıyor. Bu sefer çakma duruyor, İtalya’nın çakması gibi orijinal görünmüyor. Kendi mutfağımıza hâkim olamıyoruz. Öğrenciler okullarda bulgur pilavı yapmayı öğrenmek istemiyor ama bir risotto dediğin zaman keyifleniyorlar. Avrupa’nın her şeyi bize cazip geliyor, bu yüzden ilerleyemiyoruz. Kültürümüze yönelik yazılı kaynağımız çok yok. Adamların 200 yıl öncesine ait yemek kitapları var, yemek kültürü seyahatnamesi var, bizde yok. Olan da nasıl biliyor musun İngilizce kaynaklardan çeviri yapmış, koymuş kitap çıkarmış.

Aslında sen Bolu’daydın, Bolu yemek kültürü olan bir yer değil mi?


Kesinlikle öyle. Bolu eğitim anlamında iyi bir yer. 86 yılında yemek anlamında profesyonel bir okul kuruluyor. Daha o zamanlar Gastronomi yok, insanlara Gastronomi dediğinde gastrit mi diyorlardı, algı oydu kimse bilmiyordu. Şu an orada yüksekokul var, fakültesi var ve ilçe tamamen aşçı. Sokakta aşçı elbisesiyle gezen insanlar var, okula giden öğrenciler var. Çok keyifli ama şu an üniversitelerde de çok iyi bir Gastronomi eğitimi verilmiyor. Öğretmenler yemek yapmayı bilmiyor ki. 4 yıllık Gastronomi ya da Gıda Mühendisliği bitirmiş, 60 gün stajını yapmış ama 60 gün stajda bir insan ne öğrenebilir ki? Sonra gitmiş formasyon almış, KPSS’ye girmiş atanmış. Otel tecrübesi yok, hamur işleri dersine giren öğretmen hamur açmayı bilmiyor. Sonra da öğrenciye hiçbir şey öğretemiyorlar. Düzenleme gelmesi lazım, devlet nezninde de, belki 2 yıl eğitim 2 yıl iş hayatında çalıştırma gerekebilir. Mersin Üniversitesi Gastronomi bölümü açıyor, ilk 2 yıl mutfak yok. Çünkü; bölümü açıyormuşsun, dilekçe yazıyormuşsun bilmem ne oluyormuş bütçe geliyormuş. 2 yıl öğrenci var bu okulda! Süleyman Demirel Üniversitesi’ne gittim, ben geldim diye Migros’tan bir şeyler almış çocuklar, boş bir alana da tüp koymuşlar yemek eğitimi vereceğiz orada… İmkanlar kısıtlı değil ama çocukları sektöre güzel hazırlamıyorlar. Aslında daha çok akademisyenliğe hazırlıyorlar. Ben çocuklara hep okuldaki eğitiminizle kalmayın, bir otel restorana gidin çalışın, para pul önemli değil diyorum. Her şeyi pratikte öğreniyorsun. Bıçak kullanmayı kağıt üzerinde öğrenemezsin.

 POPÜLER OLMAK BAŞARILI OLMAK DEĞİLDİR

Gastronomiye olan ilgi son zamanlarda mı arttı?

Kesinlikle öyle, televizyon programlarının da etkisiyle şu an bütün çocuklar aşçı olmak istiyor. Keyifli geliyor onlara, popüler ve ön planda, parası güzel bir de öyle bir algı var. Şef olunca direkt ünlü olacaklarını düşünüyorlar ama ülkenin %3 sadece öyle ve bu sefer çocuk hayal kırıklığına uğrayacak. Ben 200 kişinin olduğu seminerde sadece 5 kişi şef olacak diyorum. Çünkü şef olamazsam mutsuz olurum kafasına girmelerini istemiyorum. Aşçıyken de mutlu olabilirsin, pastacıyken de mutlu olabilirsin ama algı o işte şefsen her şey tamam. Asıl mutfağı sevmek gerekiyor ve bunun maddi-manevi karşılığı oluyor. Bir şekilde o pozisyonda olman gerekiyorsa geliyorsun zaten. Bakıyorum ama konuma geliyor, 6 ay sonra yok ortada geziyor. Psikolojik olarak çöküş yaşıyor, o yüzden iyi hazırlanmak lazım.

Aslında eskiden de vardı yemek programları, o zamanlar niye bu kadar ilgi çekmemişti?

O zamanlar vardı ama kanalda bir tane vardı. Bir Oktay Usta vardı, o kadar. O da zaten profesyonel bir eğitim vermiyordu. Türkiye’deki hiçbir kanal profesyonel bir eğitim vermiyor. Bana herkes şef bir YouTube kanalı aç diyor, ben YouTube kanalı açsam eğitim kanalı açarım. Part part makarna yapımı, sos yapımı gibi temel eğitim videoları gibi. Bunları öğrencilerin göreceği videolar, programlar yok Dha çok ev hanımlarına dolma yap gibi programlar vardı. Profesyonel olarak Türkiye’de hala eğitim programı, kanalı kesinlikle yok.

İyi şef popülaritesi olan şef midir?

Hayır, kitapta da vardı bu bölüm, popüler olmak ve başaralı olmak arasında fark var. Yazının ikinci kısmı şöyle geliyor; güzel olmak ve çıplak olmak arasında fark var. Biz o ayrımları yapamıyoruz. 100 bin takipçisi olana başarılı diyoruz, o başarılı değil ki popüler. Ne şefler var… Tevazu sahibi insan, o doymuş insan buna takılmaz. Mesela bir hoca ünlü şefi davet diyor, çocuklara yemek yapsın diyor ama yemek yapmayı bilmiyor. MasterChef’te bir tane jüri var, gittiği her otelden kovulmuş bir adam, hiçbir başarısı yok. O yüzden ünlü olmayıp başarılı olan o kadar insan var ki. İkisi bir arada olan yok mu tabi ki var. Hem başarılı hem popüler insanlar var ama geri kalanı hep şişirilmiş. Ben öğrencilere bunu ayırt edin, kendinize idol alacağınız insan başarılı olması lazım, bakın bu insanın elde edilmiş ne başarısı var diye, sosyal medyada video çekmekle başarılı olunmuyor.

Son olarak, Türkiye mutfak sanatları açısından turizmde nasıl?

Ben yine Milliyet’te yazmıştım, şefler kültür elçisidir diye. Şefler kültürü yansıtır; konuşması, üslubuyla, yaptığı yemeklerle… Eskiden savaşta bir ülkeye girecekse bir toplum alınacaksa önce oraya yemek kültürü aşılanırmış çünkü kültür yemekten başlıyor. O yüzden çok önemli bir yeri var yemek sektörünün turizmde. Şeflerin rolü bu noktada çok büyük. İnsanlar yemek yemeye Gaziantep’e gidiyorlar, yurt dışından gelip gidiyorlar Antep bir yemek şehri olmuş artık. Bütün ülke genelinde de yemek fuarı, turizm fuarı görüyoruz ve şehre de kazandırıyor. Aslında mutfak her yerde ve her şehirde var. Bunu turizme de uyarladığımızda ülke olarak daha çok tanınıp, kültürümüzü tanıtabiliriz.


Giderek yükselen başarılarıyla Göksel Güner


Genç ve dinamik kadrosuyla 2012 yılından beri faaliyet gösteren ArtNefer Tasarım Ofisi'nin ortaklarından Göksel Güner, Salt&Pepper markasıyla Cassaba Modern'deki en dikkat çekici adresin kurucu ortağı oldu. Hayallerini, gerçekleştirdiklerini ve Eskişehir'e kazandırdıkları mekan konusunda iddialı olduklarını dile getiren başarılı isimle, markanın ortaya çıkış sürecinden beklentilerine ve özel hayatına uzanan keyifli bir röportaja imza attık.

Genç bir iş adamı olarak kendinizden bahseder misiniz?

1981, Eskişehir doğumluyum. Güzel Sanatlar Fakültesi mezunuyum. Evli ve 1 çocuk babasıyım. Belli bir süre İstanbul’da yaşadım daha sonra Eskişehir’e yerleştim ve burada iş kurdum.

ArtNefer Tasım Ofisi’yle Eskişehir’de birçok mekânın tasarımına imza attınız. Bu markayı oluşturma süreci nasıl gelişti?

İstanbul’dan döndükten sonra askere gittim ve askerden döndükten sonra sınıf arkadaşım Güray Gürüp ile beraber daha önceden olan fikrimizi gerçekleştirdik. İkimizde Güzel Sanatlar Fakültesi mezunuyuz. İstanbul’da biraz tecrübe kazandıktan sonra, askerliği de aradan çıkartıp kendi memleketimize faydalı bir iş yapalım dedik ve burada bu fikri eyleme geçirdik. Eskişehir’e böyle bir tasarım ofisi açtık.

HERKESİN BİR HAYALİ VARDIR, BİZ GERÇEĞE ÇEVİRDİK

Salt&Pepper Always Together geçtiğimiz Mart ayında Eskişehir’e kazandırıldı. Buranın fikri nasıl gelişti?

Herkesin bir bar açalım hayali vardır, biz o hayali gerçeğe çevirenlerdeniz. O yüzden bunu gerçekleştirmek istedik ve açtık. Burada üç ortağız; Volkan Yetkinoğlu, Eren Metin ve ben. Ortaklarımın her ikisi de şeftir ve alanında uzman kişilerdir. Üçümüzün ortak hayaliydi, buraya geldik ve lokasyonu çok beğenip burada başladık.

Salt&Pepper Always Together’a insanların geri dönüşleri nasıl oluyor?

-İnsanların geri dönüşleri çok iyi, bir gören bir daha geliyor diyebilirim. Eskişehir’e biraz yabancı bir konsept, Eskişehir daha çok öğrenci ağırlıklı ve aslında bir uçurum da var. Bir taraf çok öğrenci ağırlıklı bir taraf ise çok lüks. Burası alternatif sağlayacak bir mekân, tam olarak alternatif bir mekân diyebiliriz çünkü menüsü çok geniş; dana-yanaktan kokorece, cin barına kadar çok çeşitliyiz. Bugün Türkiye’de olmayan bir cin barımız var, çok yüksek kalitede ve insanlardan tarafından da yavaş yavaş talep görüyor bu zamanla artacaktır. İnsanların cin alışkanlığı olanları da var gerçekten bir cin sever kitle varmış ama aynı zamanda cini sevdiler. İnsanlar böyle yerlerde hep bira, votka belki viski biliyorlar ama cin bambaşka bir şey. İnsanların biraz algısı değişti, insanlar barın sadece bira, kokteyl vs.den olmadığını gördüler. Kokteyl olarak da çok kuvvetliyiz, çok çeşitliyiz ve bu konuda şehre vizyon kattığımızı düşünüyoruz. Yemekler konusunda da iddialıyız, şeflerimiz çok iyi bir menü oluşturdular. Mehmet Yalçın konuğumuz oldu ve Anadolu’da böyle bir yer görmekten dolayı mutlu olduğunu söyledi. Müzik konusunda da kalitemiz diğerlerinde olduğu gibi yüksek diyebiliriz. Tanınan Dj’leri ağırladık örneğin; Maksim Dark, Gaidukova’yu ağırladık. Aynı zamanda şehirde çok iyi müzisyenler ve Dj’ler var onları da ağırladık ve ağırlamaya devam ediyoruz. Bu alanda sürprizlerimizde olacak, onu daha sonra açıklarız.

ESKİŞEHİR TASARIMDA HENÜZ YETERLİ DEĞİL 

Tasarım ofisinizden önce İstanbul’da tecrübelendiniz. Bugün Eskişehir’in tasarım sektöründeki yerini nasıl değerlendirirsiniz?

-Eskişehir’in tasarım sektöründeki yerini şöyle değerlendirebilirim; topumun eğitilmesiyle alakalı bir süreç. Eskişehir’de bu işlerin algılanışından bahsetmeye çalışayım. Eskişehir’deki insanlar aldıkları hizmetin karşılığının ne olduğunu bilemedikleri için ya da bunu ölçemedikleri için, bazen de ölçmek için bile entegrasyon kuramadıkları için neye para harcadıklarını bilmiyorlar ve bu onları maddi kaygıların içine sokuyor. Rekabet yeterli seviyede olmadığı için bunu şu anda algılayamıyorlar. Şimdilerde ulusal markalar gelmeye başladı; yeme-içme sektörüne örnek BigChef geldi, Hunger geldi. Şehirde çok iyi markalar var ama onlar bu işe yeterince eğilmiyorlar bu yüzden biz Eskişehir’de bir ajans olmamıza rağmen, İstanbul’dan ve başka yerlerden, markalardan besleniyoruz. Eskişehir tasarım konusunda biraz kısıtlı bir yer, tam olarak yeterli değil. Üniversiteli çalışmaların olması gerekiyor, buradan mezun olan insanların burada kalmaları gerekiyor ama olanak da sağlanması gerekiyor. Eskişehir markaları bu işlere bütçe ayırmadığı için ve birçoğu İstanbul’da çalışma hevesinde olduğu için mikrom iletişim düşünce yok. Sonucunda da ben yeterince personel almıyorum, kısa seviyede davranıyorum ve bir şekilde de işin hakkını yerel olarak vermeye çalışıyorum. Bunların yanı sıra vizyon sahibi işler de yok değil ama bir elin parmakları kadar diyebiliriz. Bu kesim Eskişehir’in gelişimine katkı sağlıyor, çok iyi bir şekilde çalışan insanlar var mesela; Serkan Can Zengin, vizyoner bir şekilde ilerliyor. Kendi sektöründe çok iyi bir yere geldi ve yolunun da açık olmasını diliyorum. Diğer insanlar ise ben karşılığında ne alacağım deyip aydınlanma bekliyorlar ve çok cüz’i rakamlar harcayarak cirolarını 10’na katlamak istiyorlar. Bu noktada ise insanların düşünce tarzlarını değiştirmeleri ve eğitimlerini arttırmaları gerekiyor.

İş hayatında mutlu ve başarılı olma sırlarınız nelerdir?

Ben özel hayatımda mutluyum ve benim iş hayatım da hobilerimden oluştuğu için zevk alıyorum ama ülkenin ekonomik koşullarında insanların iş hayatında kendini mutlu ve başarılı bulduğunu sanmıyorum. Bu ekonomiyle doğru orantılı, son 1-1.5 yılda yıprandık ve her gün bir ödemeyi düşününce mutlu olamıyoruz. Elbette her şey maddi açıdan mutlu olmak değil ama bir şekilde hayatımızı parayla idame ettiriyoruz ve bu nedenle de mutluluğu başka yerlerde arıyoruz.

BU ARALAR EN BÜYÜK HOBİM: DİJİTAL MARKETİNG

İş hayatına atılmadan önce idol aldığınız bir kişi var mıydı? Neleri sizi etkiledi?

İdol aldığım bir kişi yoktu. Ben çalışmayı seviyorum, çok küçük yaşlarımdan beri çalışıyorum ve çalışmayla motive oluyorum. İş hayatında şu örneği verebilirim; İstanbul’da bir dönem birlikte çalıştığımız Bülent Erkmen adında bir hoca vardır, idol diyemem ama feyz aldığım bir insandır. Gerçekten çok profesyonel bulduğum ve çalışma şansını bulduğum için saygı duyduğum kişidir.

Özel ilgi alanlarınız nelerdir? Tutkuyla yaptığınız aktiviteleriniz var mı?

Spor yapamıyorum maalesef her Pazartesi başlayamıyorum. Tutkuyla bağlandığım ise animasyon, bir şekilde elimden gelen yeteneğim de o ve çizim. Bunlar benim motivasyon kaynağımdır. Sürekli eskiz çizerim, dinlenmemi sağlıyor. Müzikle ilgilendim uzun bir süre boyunca ve üniversite hayatımı müzisyenlik yaparak kazandım. Bunların dışında motosiklet kullanmayı ve balık tutmayı çok severim ama bunlar için pek bir vaktim yok. Şu aralar yaptığım en büyük hobim ise; Dijital Marketing ve bunun bambaşka bir dünya olduğunun farkındayım. Bu farkındalık da beni sürekli öğrenmeye itiyor ve gün içerisinde Dijital Marketingle ilgili hala bir şeyler öğreniyorum. Bütün bu öğrendiklerimi uygulayabileceğim bir platform var ve bu beni hem öğrenmeye yönlendirirken hem yenidünyayı kavramaya yönlendiriyor. Dijital Marketing ’in hem yeni bir iş modeli hem de çok zevkli olduğunu düşünüyorum. Bu platformda ‘’kazan kazan’’ mantığıyla ilerleniyor ve bir algoritmayı öğreniyorsunuz.

ÖZEL YAŞANTIMDA MİNİMAL YAŞAMAYA ÇALIŞIYORUM

İş hayatınız dışında nasıl bir insansınız?

İş dışında ailemle vakit geçirmeyi seven bir insanım, farklı lezzetler tatmayı, gezmeyi sevsem de vakit bulamıyorum. Arkadaşlarım ve dostlarımla vakit geçiriyorum ama daha çok çekirdek ailemleyim. Bunlardan hoşlanıyorum çünkü buralar çok yorucu, her şey maksimal düzeyde ve o yüzden iş hayatı dışında daha minimal yaşamaya özem gösteriyorum. Eşimle birlikle bunun için uğraşıyoruz, iş hayatının dışında dinginlik ve sakinlik bulmaya çalışan insanlarız diyebilirim.

Küçük bir oğlunuz var, onunla iletişiminiz ve babalık serüveninizden bahseder misiniz?

Oğlum benim için yeni yetiştirdiğim bir dostum. Deniz Ali, hayatımıza çok pozitif şeyler katıyor ve çok motive ediyor. Oğlumla birlikte vakit geçirmek, onunla bir şeyler paylaşmak beni ruhen doyuruyor. Şimdilerde 2 yaş sendromundan dolayı zorlansak da onunla her şey çok keyifli diyebilirim. Küçük bir çocuğun yaptığı şeylere inanamıyorsunuz ve onu hayata kendinizin getirmiş olması şaşkınlık veriyor. Çocuk sahibi olmak garip bir duygu, sürprizler barındırıyor. Deniz Ali alfa bir çocuk, ona ayak uydurmak bazen bizi yoruyor. Oğlumuzun çok eğip bükebileceğimiz bir karakteri ve tavrı yok, genelde sürünün içinde olmuyor. Deniz Ali’nin hiçbir zaman sürünün içinde olacağını da düşünmüyoruz, kendinden büyük çocuklara bile tavrını gösteriyor. Deniz Ali, çok fazla kalıplara sığan bir çocuk olmadığı için de bazen bizi şaşırtıyor. Oğlumuz için temennimiz vicdan sahibi ve iyi bir insan olması onu haricinde anne-baba olarak her zaman yanında olacağız.

11.Yapmak istediğiniz başka projeler var mı? Gelecek planlarınızdan bahseder misiniz?

-Büyük çaplı birkaç projeye başladık, onları yönetiyoruz ve eminim ki tüm dünyada ses getirebilecekler. Kültür Bakanlığı projesi üstünde çalışıyoruz ve gündemi de bir şekilde etkileyebilecek işler diyebilirim. Aynı zamanda Atatürk üstüne çok çalışıyoruz, ‘’arttırılmış gerçeklik’’ projelerimiz var. Atatürk’ü farklı bir platformda; kişilere, yeni Türkiye’ye anlatabilecek projelerimiz var. Bunlar bizi zinde tutuyor ve mesleki anlamda da doyuruyor. Bu projeleri yaklaşık iki buçuk-üç sene içinde Türkiye duyacak. Özel hayattaki hayalim ise; küçük bir sahil beldesine yerleşip teknemle uğraşmak istiyorum. Bu konuda eşimle birlikte daha minimal bir hayat planlıyoruz ve oğlumuzu huzurlu bir ortamda yetiştirmek istiyoruz.


Eskişehir'de termik santral mücadelesi kazanıldı

Termik Santral Projesi özelleştirme kararının Danıştay tarafından bozulmasıyla ilgili düzenlenen toplantıda konuşan Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç, “Bu süreç, başlı başına büyük bir başarı hikayesidir. Kentimizde yaşayan vatandaşlarımız on binlerce dilekçe verdi. Türkiye’ye örnek olacak bir süreci birlikte sürdürdük” dedi.

Geçtiğimiz hafta Alpu Ovası’na yapılması planlanan Kömürlü Termik Santral Projesi alanının özelleştirilme kararı Danıştay tarafından bozulmuştu. Konuyla ilgili Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç, belediye meclis salonunda bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıya CHP Milletvekilleri Utku Çakırözer ve Jale Nur Süllü ile Kent Konseyi Başkanı Nuray Akçasoy da katıldı.

Türkiye'ye örnek başarı hikayesi 

İlk olarak kürsüye çıkan Başkan Ahmet Ataç, tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgınıyla ilgili konuştu. Salgın sürecini çok yakından takip ettiğini belirten Ataç, “Türkiye’de de 1,5 ay önce hükümetin birtakım tedbirler almasıyla bu önlemler başladı ama maalesef şu var çok ciddi bir planlama olmadığı net gözüküyor, çok şey el yordamıyla oluştu ama Cumhuriyet döneminin üniversitelerinde Tıp Fakülteleri’nde çok iyi yetişmiş akademisyen ve öğrencilerin olması nedeniyle ve sağlık çalışanlarının olması nedeniyle Türkiye bu konuda gerçekten iyi bir başarı yakaladı. Sağlık Bakanı iyi niyetli ve başarılı olduğunu görüyorum ama maalesef tabi yukarıdan gelen direktiflerle birtakım disiplinler bozulabiliyor. Bilim kurullarının görevlerini çok iyi yaptıklarını biliyoruz ve sık sık televizyonlara çıkarak insanları bilgilendirmeleri iyiydi. Neticede deneyim kazanarak bu günlere geldik. Bundan sonrası daha önemli Türkiye’de bu başarı günlük takip ediyoruz, vefatlar vakalar azaldı ve iyi gidiş son derece önemli ama bana göre bundan sonrası çok daha önemli” dedi. Ataç, “Virüsün getirdiği kötülükle beraber belki dünyaya hiç fark edemeyeceğimiz iyilikler de getirecek veya bunu iyi değerlendirirsek öyle olacak” ifadelerini kullandı.

Ataç şöyle devam etti: “Bugün konumuz Termik Santral, işte termik santrallerin kurulmasıyla ilgili dünyada birçok tahribat yapıldı. Çok küçük bir örnek, 30 büyükşehir var karantina altında değil mi bir de Zonguldak var niye Zonguldak? Bir kömürler iki termik santraller bunu fark ettin o zaman arkadaş hükümet olarak bu noktalarda artık dikkat edin. Yani şunu kazanacağız diye insan sağlığına lütfen saygı gösterin. 21 Ocak 2017’de Bakanlar Kurulu Alpu Ovası’nı büyük ova ilan etmişti, hakikaten sevindik çünkü bir tarımsal sit gibi oldu yani tarımı koruyan bir kavramdı ama 2-3 ay sonra bir gerçek ortaya çıktı, Alpu Ovası’nda bir termik santralin yapılacağını öğrendik tabi Eskişehir olarak şok yaşadık. Eskişehir’de bütün STK’lar, barolar, tabip odası, eczacılar, diş hekimleri, Büyükşehir’de Nuray Başkanım Kent Konseyi’nin çok büyük etkili olduğu, Milletvekillerimiz aynı şekilde. Mesela bizim bu Ankara ziyaretlerimizde 1 hafta bu Gündüzler ve Alpu’daki genç kadın çiftçileri meclise götürdük orada milletvekillerimiz ağırladılar. Orada başka bir MHP’nin milletvekili ile görüştürdük, Emine Hanım’dan randevu aldık, o kadınlarımız Emine Hanım’la sohbet ettiler. Hepsi tek tek 60 tane kadın ne düşündüğünü söyledi hatta bugün oradan davet ettik ama herhalde Korona nedeniyle gelemediler.  Bir tanesi çok etkilendik hiç unutmuyorum her yerde de söylüyorum, Emine Hanım’a dedi ki, biz sizden aş, iş istemiyoruz bizim toprağımıza dokunmayın bu işin özetlemesi bu kadar kısa ve güzel olabilirdi.”

Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Ender Kelleci ile önceki gün yapmış olduğu görüşmeden bahseden Ataç, çeşitli veriler aldığını belirterek “Türkiye’nin 2030’a kadar yeni bir elektrik gücüne ihtiyacı yok. Birçok termik santrale başlanıldı ama şu andaki ihtiyacımız arzın üzerinde yani özellikle de 2018 ekonomik krizi ve son bu korona salgını nedeniyle elektrik tüketimi yine aşağılara iniyor çünkü ekonomik krizde birçok fabrika kapandı, birçok çalışan işsiz kaldı aynı şekilde bu 2 aylık sürede de aynı şeyler oluyor. Beyazaltın Alpu Ovası’na çok yakın bir merkez termik santral Beyazlatın’a yapılıyor. Bu dönemde biliyorsunuz Alpu’da AKP’li belediye var o belediye başkanı da termik santralinin yapılması için çok üstün çaba sarf ediyordu onu da söyleyeyim. Söğüç, Bahçeli, Osmaniye köylerinde bitkisel üretim büyüklüğü 165 milyon TL, hayvancılık ise yaklaşık 100 milyon TL değeri olan bir yer. Biliyorsunuz Beyazaltın lüle taşının olduğu yerler, lüle taşının tarihen baktığınızda yaklaşık 5 bin yıllık bir tarihi vardır. Türkiye’de yabancılar geldiğinde almak istediği eşyaların içerisinde 4.sıradadır. 2017’de bir rakam var elimde, 1 milyon 600 adet pamuklu taşın yani lüle taşın kıymetlisine pamuklu taş denir, pipo ihraç edilmiş. İşlenmiş bir piponun tanesini 100 dolardan hesap edersek 16 milyon dolarlık bir ihracat söz konusu ve termik santrallerde o madenlerin hepsi kül depoları haline gelecek. Eskişehir halkının ve Gündüzler ve Alpu bölgesindeki bu konuda hassasiyeti çok önemliydi ve biraz önce gördüğünüz gibi 180 adet traktörün katıldığı bir eylem yapıldı. İnanır mısınız orada bu traktörlerin plakaları alınıp Ankara’da soruşturmalar açıldı” dedi.

Konuyla ilgili hukuki sürecin çok önemli olduğunu ve Tepebaşı Belediyesi ile Büyükşehir Belediyesi’nin ilk girişimleri yaptığını kaydeden Ataç, “Eskişehir halkının ve bölge insanlarının hassasiyeti, kömürlü termik santrale karşı verilen mücadelede büyük önem taşıdı. Kentimizin buna karşı çıkması, konuyu meclise taşımamız da çok önemliydi. Öte yandan bir hukuki süreç yürütüldü. Tepebaşı Belediyemiz, Eskişehir Büyükşehir Belediyemiz ile birlikte ilk girişimleri yaptı. Bu özelleştirme ile ilgili bir davaydı ve 25 Ekim 2017’de açmışız. Bu ilk dava, 13 Kasım 2019 tarihine kadar sürdü ve karar çıktı. O dönemde 5’e karşı 4 oyla, santralin ihale iptali kesinleşti. Ve geçtiğimiz günlerde de belediyelerimize, bu iptal kararının alındığı bildirildi. Aldığımız farklı olumlu kararlar ya da almayı beklediğimiz lehimize kararlar da var. Acele kamulaştırma iptal davamız da lehimize sonuçlanmıştı örneğin, ilk kazandığımız olumlu sonuç da buydu.  Bu süreç, başlı başına büyük bir başarı hikayesidir. Kentimizde yaşayan vatandaşlarımız on binlerce dilekçe verdi. STK’larımız, Büyükşehir Belediyemiz, ilçe belediyelerimiz, meslek odalarımız ve bölge halkımız ile hep birlikte hareket ettik. Bütün Eskişehir’e bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum, Türkiye’ye örnek olacak bir süreci birlikte sürdürdük” ifadelerini kullandı.

Toplantıda bir programa katılacağını belirterek konuşmasını kısa tutacağını ifade eden Jale Nur Süllü, “Gerçekten bir virüs daha önce sahip olduklarımızın ne kadar değerli olduğunu öğretti. Evet doğayı insanların hırsıyla talan etmenin nelere mal olduğunu hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz. İnanın şu maskelerle nefes almamız bile son derece güç, bir de termik santralin Eskişehir’de kurulduğu takdirde sürekli takmak zorunda olduğumuzu düşündüğümüzde ne kadar endişelensek azdır diye düşünüyorum. Ben nasıl Koronada bu endişe duyuyorsam açıkçası bu kazandığımız davadan da tamam davayı kazandık ama asla kaptırmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yer üstü kaynaklarını tüketen bu kararlılıkla yeni oyunlarla bu santrali yapmak üzere karşımıza geleceğini düşünüyorum. Eskişehir halkı olarak basınıyla, sivil toplum örgütleriyle, meslek odalarıyla, siyasileriyle, belediyeleriyle çok uyanık olmamız gerektiğini düşünüyorum. Hepinize saygılar sevgiler sunuyorum. Başta belediyelerimiz, milletvekili yol arkadaşım ve özellikle Kent Konseyi Başkanımız bu konuda çok çaba gösterdi emeklerine sağlık tüm odalarımıza ve basınımıza ayrı ayrı teşekkür ediyorum” diye konuştu.

Partiler bir araya geldi

Termik santralle mücadele konusunda üç belediye başkanının her zaman yan yana durduğunu vurgulayan Utku Çakırözer, “Belediyeler gerçekten gönlünü, ağırlığını verdiğinde, tüm gücünü gerek hukuki anlamda gerek kendi sınırları içinde Alpu’da nasıl kullandığını onlara minnettarız. Tüm hukukçular bu bir hukuk mücadelesiydi onlara minnettarız, odalar, sendikalar onlara minnettarız. Çiftçiler, Eskişehir’de yaptığımız o hatırlarsanız o mitinglere gelen hem de siz gittiğinizde yani biz bin tane laf söyleyelim ama bir köylünün lafı tüm Türkiye’ye yetiyor da artıyor bile. Türkiye’de çok özlenen bir birliktelik oldu, partiler bir araya geldi kimler vardı anımsatmak isterim size; CHP vardı biz vardık ama biz tek değildik bir koalisyon vardı ve geniş bir koalisyondu, İYİ Parti vardı, Saadet Partisi vardı, DSP, MHP vardı hatta kendileri ayrı toplantı da yaptı ve inanıyorum ki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yurttaşlarının gönlü başından sonuna kadar bu mücadelede bizim yanımızdaydı. Kendilerini il başkanı olarak Eskişehir’de temsil edilen yüzleri belki açıkça söyleyemediler ama kitlenin bizim yanımızda olduğunu biz kendi şehrimizde biliyorduk. Aslında bakarsanız kendileri de ne kadar yanlış bir şey yaptıklarının farkındaydılar buraya gelen üst düzey yetkililer hep Alpu ne kadar güzel bir tarım ovası burayı korumalıyız dediler ama bunu genelde seçim öncesinde dediler seçim sonrasında bildiklerini okumaya devam ettiler” dedi.

Kaymaz için mücadele

Mücadelenin Türkiye’ye örnek olduğunu belirten Çakırözer, “Türkiye’ye örnek, Türkiye’de benim sesim duyulmaz mı acaba zehirli santralle nasıl mücadele edeceğiz diyenlere ‘Biz yanınızdayız’ demiş olduk. Alpu’ya bu mücadeleyi birlikte verdik, sizler de bütün saydığım belki sayamadığım bileşenlerle… O yüzden Alpu mücadelesi örnek bir dosya olarak çevrecilerin hep önünde olacak. ÇED raporları mutlaka sorgulanmalı, ÇED raporunu kim yazıyor? Başından beri ben bu işin uzmanı değilim ama ÇED raporunu yazan insan biz onlardan daha fazla zarar vereceğinin biliyorduk, bunu nasıl yazıp altına imza atarsınız? Danıştay’ın kararından sonra acaba utanacaklar mı? Bunun sorgulanması lazım çünkü Türkiye’de artık ÇED raporu işi ticarete dönüşmüş durumda. Türkiye’nin dört bir yanında mücadele edenler var, Eskişehir’de var. Bunlardan bir tanesi aslına bakarsanız 20 yıl önce verilmiş olan bir mücadele şimdi yeniden verilmesi gerekiyor, 20 yıl önce belki bu dönem imkanlarımız olsaydı Sivrihisar’daki altın madeni de belki başarılamayacaktı. Yeniden böyle bir mücadeleyi belki hazır Alpu mücadelesini kazanmışken şimdi Kaymaz’da verme zamanı bizler maden karşıtı değiliz bizler yer altı kaynaklarının ilenmesinden yanayız ama bizler madenciliğin insana, çevreye, kuşa zarar vermeden yapılmasını istiyoruz” ifadelerini kullandı.

 “Sepetçi Beyaz Altın Köyü’nde bir kahvede gerçekleştirilen toplantıyla kucağımıza düştü ve o günlerde termik santral denildiği zaman Eskişehir’in hiç de aklında olmayan bir hikayenin başlangıcı oldu” ifadeleriyle sözlerine başlayan Nuray Akçasoy, “Öncelikle gerçekten de insanlar bunun bir zararı olabilir mi acaba diye düşüncelere kapıldığı zamanlar oldu ama Eskişehir de okuryazar oranı yüksek bir şehirdir, sivil toplumu yüksek bir şehir. Zamanla bilgilendik hepimiz, başka şehirdeki insanlarla görüştük onları buraya getirdik onlar bize bu mücadelenin nasıl olduğunu anlattılar ve biz öncelikle bir araya gelmemiz gerektiğini öğrendik. Vatandaşlarımızı aldık hem Çan’a götürdük hem Karadeniz’e götürdük Çatalağzı denen yerden dönerken o köylülerimiz otobüslerde ağladı çünkü biz onlara termik santral gezdirmedik, biz onları alıp orada serbest bıraktık. Kiminle istiyorsanız görüşebilirsiniz, ne istiyorsanız sorabilirsiniz dedik, Çan’da da aynı şekilde biz alıp termik santral gezdirmedik, biz termik santral yaşayan insanlara kendileri sorup öğrensin istedik ve vatandaşlarımız bu gezilerden ve basınımızın da gezileri oluştu, onlar da gördüklerinden o kadar etkilendiler ki…” dedi.

Akçasoy sözlerini şöyle sürdürdü: “Dünyayı o kadar yorduk ki… Temiz hava almak istiyoruz, artık dünyanın temiz havaya ihtiyacı var, temiz gıdaya, temiz suya, yaşamak için en çok bunlara ihtiyacımız var. Geri kalanların olmasa da olur olduğunu bize şu 2 ay zaten öğretti. Artık geldiğimiz yüzyılda hiçbir şekilde bu fosil atıl denilen yakı denilen kömürün kullanılmaması gerektiğini biliyoruz. Bunlar insan sağlığına zarar veriyor bizim bunlara ihtiyacımız yok. Enerji açısından da ihtiyacımız yok. Ben Eskişehirlilere öncelikle çok teşekkür ediyorum, çevre dostu çevre gönüllülerine çok teşekkür ediyorum. Onlar bu mücadeleyi her telde, her yolda, her sokakta verdiler. Burada tabi üniversitelere bir serzenişim olacak, üniversitelerimizin kıymetli hocalarından, belki vardır ellerinde çalışmalar ama alamadığımız çok çalışma oldu. Bundan sonra bu Korona’nın belki ders vermesini daha iyi çalışmalar alacağımızı umut ediyorum. Bugün için bu mücadele kapandı ama önümüzde bir Kaymaz var Kaymaz için mücadele vermemiz lazım. Orada da o siyanürlü atıkların oranın toprağına, insanına zarar vereceğini biliyoruz. Bu mücadele uzun soluklu bir mücadele, çevrenin kıymetini hem insanlar hem bu virüs istesek de istemesek de hepimize öğretecek.” dedi. 

 

Tepebaşı’ndan 13.Uluslararası Eskişehir Pişmiş Toprak Sempozyumu

Eskişehir Tepebaşı Belediyesi tarafından bu yıl 13’üncüsü düzenlenen Uluslararası Eskişehir Pişmiş Toprak Sempozyumu muhteşem bir törenle açıldı. Açılış töreninin ardından Türk müziğinin sevilen ismi Alpay, Eskişehirlilere unutulmaz bir gece yaşattı.

Tepebaşı Belediyesi’nin düzenlediği 13.Uluslararası Eskişehir Pişmiş Toprak Sempozyumu’nun açılış töreni eski Eti fabrikası alanında yoğun bir katılımla gerçekleşti. Törene; Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç, CHP Eskişehir Milletvekili Jale Nur Süllü, Han Belediye Başkanı Erdal Şanlı, CHP Eskişehir İl Başkanı Abdülkadir Adar, İyi Parti Eskişehir İl Başkanı Mehmet Ektaş, Eskişehir Sanayi Odası Organize Sanayi Bölgesi Başkanı Nadir Küpeli, Eskişehir Ticaret Borsası Başkanı Ömer Zeydan, Eti Şirketleri Yönetim Kurulu Başkanı Firuzhan Kanatlı, Kılıçoğlu Yapı Malzemeleri’nin Grup Başkanı Barış Özaydemir, Nijerya Konsolosu Abdullahi Shamsudeen Suleiman, Güney Kore Cumhuriyeti Büyükelçisi Hong Ghi Choi, Romanya Ankara Konsolosu Erdal Bolat ile diğer sponsor firmaların temsilcileri, sempozyum sanatçıları ve çok sayıda sanatsever katılım sağladı. 

Törende konuşma yapan Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç, sempozyumun Eskişehirlilerin desteği sayesinde 13.kez yapıldığını belirtirken, ‘’Bizler Tepebaşı’nda sıradan şeyleri yapmayı sevmiyoruz. Türkiye’de ilkleri yapmayı özellikle önemsiyoruz’’ diye ekledi. 

Dt. Ahmet Ataç yaptığı Etiyopya gezisinden bilgiler verdi; BM’in desteği ile düzenlenen 14.Küresel İnsan Yerleşimleri Formu’na davetli olarak  katıldığını söyledi. Organizasyona katılan ilk Türk Belediye Başkanı olarak ‘’Küresel Akıllı Kent Modeli’’ kategorisinde ödül aldıklarını belitti. Sempozyum konuşmacıların gerçekleştirdiği konuşmaların ardından konukların eserleri ziyaret etmesiyle devam etti. Sempozyum açılış törenin ardından sevilen sanatçı Alpay sahne alarak, Eskişehirlilere unutulmaz bir gece yaşattı.


Eskişehir’de Sevgililer Günü nasıl geçti?


Tüm dünyada coşkuyla kutlanan, sevginin taçlandırıldığı gün; 14 Şubat Sevgililer Günü Eskişehir’de de, eğlenceli ve oldukça dolu bir şekilde kutlandı.

Eskişehir’de çiftlerin gittiği mekânlardan ve katıldığı etkinliklerden kutlama manzaralarını sizler için görüntüledik.

14 çift 14 nikâh

İlk olarak gündüz saat 14.00’da Vega Outlet AVM’DE Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç tarafından 14 çifte nikâh kıyıldı. Tepebaşı Belediyesi ve Vega Outlet AVM Eskişehir Alışveriş Merkezi iş birliğiyle düzenlenen nikâh töreninde 14 çift mutluluklarını evlilikle taçlandırdı. Geleneksel olması planlanarak başlanan ve üç yıldır aynı tarihte gerçekleşen toplu nikâhlarda bu sene de çiftler dünya evine girdi.

Genç çiftlerin nikâhlarını kıyan Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç, evlenen çiftlere tebrik dileklerini iletirken, mutlu evliliğin sevgi ve saygıyla mümkün olacağını söyledi. Sevgililer Günü’nü senenin en özel günlerinden biri olarak niteleyen Başkan Ataç, evlilik müessesesinin çok özel olduğunu ve bunun kıymetinin bilinmesi gerektiğini cümlesine ekledi. Kıydığı nikâhlarda evlilik cüzdanını gelinlere takdim eden Ahmet Ataç, sonrasında çiftler ve şahitlerle teker teker fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedi. Evlilik cüzdanın gelinlere eşlerine iyi bakması şartıyla takdim eden  Ataç, hem çiftlerle hem de çiftlerin aileleriyle bu özel günü ölümsüzleştirdi.

Pasta kesim töreni öncesinde 14 çift ve Başkan  Ahmet Ataç fotoğraf çektirdiler ve Ataç nikâhını kıydığı çiftlere ilk düğün hediyelerini verdi. Kıyılan nikâhların ardından düğün pastalarını kesen çiftlere Vega Outlet AVM tarafından sürpriz hediyeler de verildi. Bu özel günde tüm çiftler, mutluluklarını bol bol fotoğraf çektirerek ölümsüzleştirdi.

Sevgililer Günü Workshop ile devam etti


Store’Mills Sevgililer Günü’ne özel pasta ve çikolata workshopu organize etti. Workshop’a katılan konuklar pasta ve çikolata yapmayı öğrenirken, sonra yaptıkları pasta ve çikolataların tadımını yaptılar.


Katılımcılar, Store’Mills şefinden pastacılık ve çikolata yapımı ile ilgili bilgiler edindi. Katılımcıların yaptığı kalp şeklinde çikolataların tadımının ardından yine kalp şeklinde yapılan Sevgililer Günü pastaları da katılımcılara hediye edildi. Sevgililer Günü için özel olarak düzenlenen bu etkinlikte katılımcılar hem eğlendi hem de pasta ve çikolata yapımının ayrıntılarını öğrendi.Eşi veya sevgilisiyle bu etkinliğe gelen çiftler, keyifli ve öğretici vakit geçirdiklerini söyledi.



Sevgililer Günü rotası Teras Balık’ta  devam etti

Eskişehirliler, Sevgililer Günü akşamını Eskişehir’in gözde mekânı Teras Balık’ta geçirmeyi tercih ettiler.


Romantik akşam yemeklerinin yenildiği bu özel günde çiftler, Teras Balık’ta unutulmaz bir gece yaşadı. Teras Balık, sosyal medya hesabından bir hafta öncesinde, düzenlediği çekilişle takipçilerine dilediği kişiyle akşam yemeği hediye etti. Çekilişi kazanan şanslı çift, Hacer Avcı ve Murat Soysal oldu.



Sevgililer Günü’nü Teras Balık’ta geçirmeye hak kazanan genç çift, gecenin tadını doyasıya çıkardı. Sevgilim aynı zamanda çocuğum ve ailem diyen çocuklu ailelerinde rotası Teras Balık olurken, Sevgililer Günü akşamı tüm ihtişamıyla devam etti.



                        Sevgililer Günü’nün son adresi Majha oldu

Eskişehirli çiftlerin bir diğer tercihi ise, Eskişehir’in sevilen eğlence mekânı 222 Park Majha oldu.

Özenle hazırlanmış ve aşkın rengi kırmızıya bürünmüş 222 Park Majha’da, Sevgililer Günü rüzgârı esti. Bu özel günü dışarıda keyifli bir şekilde geçirmek isteyen çiftler, romantizmin ve lezzetli bir akşam yemeğinin tadını çıkardı. Canlı müzik eşliğinde yemeklerini yiyen ve sohbetin tadını çıkaran çiftlerin mutlulukları gözlerinden okundu.  Bu anlamlı ve özel gecede;  şık ve güzel çiftler, objektiflerimize poz vermeyi ihmal etmedi.

Eskişehirlilerin sevdiği kişiyle yemek yediği, eğlendiği ve hatta evlendiği bu unutulmaz 14 Şubat günü, her yıl olduğu gibi unutulmaz anlara imza atmış oldu.



Farklı ve özgün sergi: “Geçit’'


Eldem Sanat Alanı-Dalyancı Konağı mahzeninde, sanat tarihçi Doç. Dr. Burcu Pelvanoğlu ile “Türkiye’de Modernizm’den çokkültürlü söyleme geçiş ve kültür politikalarında çok kültürcü söylem” isimli bir söyleşi gerçekleşti.

Söyleşi “GEÇİT” sergisinin yan etkinliği olarak, hem sergi içinde yer alan yapıtlar üzerinden hem de mekanın tarihine odaklanarak çok yönlü yaklaşımlarla serginin küratörü Melike Bayık’ın moderatörlüğünde Sanat Tarihçi Burcu Pelvanoğlu ile tartışmaya açıldı.

Eldem Sanat Alanı-Dalyancı Konağı’nın üçüncü sergisi “GEÇİT”, mimari bir dili ve kimliği olan Dalyancı Konağı’nın kendi muğlak tarihçesi üzerinden, kendi mekansal köklerine dair olan bir arayışı konu ediniyor. Yapının inşa sürecinin bilinmeyişi, kimler tarafından yapıldığının kayıtlarına ulaşılamayışı ve bunlar karşısında bilgi eksikliği, mekansal tarihçesi ve etnik kökenlere dair verilerin bulunmayışı, belki de yok edilişi üzerinden kurgulanan interdisipliner sergide, Tanzer Arığ, Eda Aslan, Büşra Çeğil, Gülsün Karamustafa, Hasan Pehlevan, Huo Rf, Jochen Proehl, Çağrı Saray, Vahit Tuna ve Egemen Tuncer mekanların hafızalarına odaklanan bireysel, sosyal, antropolojik ve politik minvallerde ürettikleri eserleri ile izleyiciye çeşitli sorular yöneltiyorlar.

“Geçit’’ sergisine özel söyleşi


Doç. Dr. Burcu Pelvanoğlu’nun söyleşisinden keyifle çıkan, Eldem Sanat Alanı’nın sorumlusu Esra Eldem bu tür etkinliklerle ilgili kısa konuşmasında:  “Yaptığımız sergileri daha uzun zaman dilimine yayıp, onunla beraber onu destekleyici bu tip yan etkinlikleri daha fazla arttırmak gibi programımız var önümdeki sene için. “Standart”ta bunu gerçekleştiremedik, bunu da ilk defa yapabildik. Hem sanatçı konuşmaları hem de konu, konsept ve kavramla alakalı farklı farklı etkinlikler olsun; dans gösterileri, performans atölye çalışmaları olabilir ve bunun gibi panel ve konuşmalar mutlaka olacak. Burcu Pelvanoğluy bunun için inanılmaz şanslı bir isimdi o yüzden geldiği için çok mutluyuz Herhalde Geçit ’in bu konularını daha iyi kimse anlatamazdı.’’ ifadelerinde bulundu.



Geçmişten günümüze kadar modernizm

Söyleşi konuklarından Işıl Aydemir ise: “Eskişehir’e ilk defa geldim, sanat alanında çalışan biriydim. Galeri sektöründe İstanbul’da çalışıyordum, şu an çalışmıyorum. Öncelikle genel olarak sadece Eldem Sanat Alanı üzerinde olmadan yeni müze vs. açıldığı için buradaki hareketliliği görmek istedim. Eldem Sanat’ a bakınca da şu an buradaki iki serginin gerçekten başarılı ve çizgisinin daha serbest, hatta içeride konuşulanlara bağlarsak daha oto sansürsüz olduğunu düşünüyorum. İki sergiyi de aynı şekilde iyi buldum ve beğendim. Yine buradaki söyleşiye gelirsek yararlı ve uzun vadeli genel olarak bir toparlama denilebilir. Türkiye’ de genel olarak modernizmi baştan sona ve şu ana kadar geldiği noktaya kadar ele alındı. Tabi ki her zaman bir çıkmazdayız ama en azından bunu bir tekrar konuşma ihtiyacı duyduk. Gittikçe daralan bir alan artık sergi içerikleri, sanat yazıları gibi her bağlamda diyebilirim. O yüzden bunlar evet çok değerli. Onun dışında ben burada diğer çalışan arkadaşlarla konuştuğumda gördüğüm; buraya gelenler için sanat hareketliliği çok yeni bir kültür onlar için. Dolayısıyla gelenlerin sergiyi nasıl gezeceğini ve kavramları ayrıştıramadığını gördüm. Bunları bilen tabi ki vardır ama genel ağırlıklı olarak duyduğum kadarıyla bu biraz azınlıkta. Bu noktada Eldem Sanat gibi kuruluşların öğretici olacağı bu alana ve izleyiciye yol göstereceğini düşünüyorum.’’ dedi.


Boşlukları dolduran bir söyleşi


“Geçit’’ sergisinin küratörü Melike Bayık: “Mekânın kendi kimliği üzerine bir sergi yapmak istemiştik çünkü mekânın tarihçesi de net olarak bilinmiyor. Üstünde durduğumuz taş kime aitti zamanında, hangi koşullarda nasıl geldi bilinmiyordu. O yüzden aslında buna odaklanarak bir sergi yapmak istedik ve serginin de genel durumu şuydu: mekanın bilinmeyen tarihi üzerinden değişen kültür ve simülasyon, kültürel bellek bizim için önemliydi. Tabi yaparken mimarisine odaklandık. İçerideki sanatçılar da direkt bunu anlatıyor. Burcu Hocamla birlikte yaptığımız etkinlikte de aslında bu kültürel sürecin nasıl değiştiği nasıl bir form içinde kaldığı gibi bir duruma odaklandık.’’ diyerek sergi ve söyleşi hakkında düşüncelerini ifade etti.



Söyleşiyi gerçekleştiren Burcu Pelvanoğlu, Melike Bayık’ın ardından düşüncelerini dile getirdi:

“Burası hem yeni bir mekân, hem de  Melike’ nin bahsettiği gibi tarihi belli olmayan tarihinde boşluklar olan bir mekan olduğu için bu söyleşiyi yapma fikriyle Melike geldiğinde; günümüzün kültür politikaları nasıl bu yöne evrildiği üzerine konuşma yapmak daha uygun olur diye düşündük. Bu sebeple de modernizm nasıl bir kurguya sahipti ve bunu nasıl kaybettik, bu çok kültürcü söylem bu politikaları özellikle azınlık politikalarını nasıl körükledi ve sanat bunu nasıl kullanır hale geldi diye düşünerek bunu konuşmak istedik.”  

“Geçit’’ sergisi 15 Mart’a kadar Eldem Sanat alanında sanat severlerle buluşmaya devam edecek.

 

 


Eskişehir’de bir ilk: Başarı Ödülleri




Eskişehir’de bir ilk: Başarı Ödülleri

Eskişehir’de ilk kez düzenlenen ve her yıl yapılması planlanan Eskişehir Başarı Ödülleri’nin ödül teslim töreni gerçekleşti. Temmuz ayından itibaren yoğun çalışmalarla sürdürülen ödül töreni, görkemli bir organizasyonla 15 Aralık Pazar günü Gaga Restaurant’ta yapıldı.

Bu özel gecenin sunuculuğunu ünlü manken-sunucu Özge Ulusoy ve Soner Yüksel üstlendi. Törene; Vali Yardımcısı Aslan Avşarbey, CHP Milletvekili Jale Nur Süllü, Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç, ETO Başkanı Metin Güler, Anadolu Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Selim Başar, Eskişehir Teknik Üniversitesi(ESTÜ) Rektörü Prof. Dr. Tuncay Döğeroğlu, ETİ Yönetim Kurulu Başkanı Firüzhan Kanatlı, Kent Konseyi Başkanı Nuray Akçasoy ve Eskişehir’in önde gelen simaları katıldı. 

Tören öncesi kokteyl ile başlanan gecede, Espark defilesi yapıldı. Defilede ünlü mankenler; Wilma Elles, Ece Gürsel ve Serkan Tan boy gösterirken genç mankenler de podyumda izleyenleri büyüledi. Beğeniyle izlenilen defilenin ardından, Eskişehir’in kazananları belli oldu.

Eskişehir başarıları taçlandırıldı

Başarıların ödülledirildiği gecede; ilk olarak ‘’ömür boyu başarı ödülü’’ Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’e verildi. Büyükerşen, tüm Eskişehir halkına ve törenin kurucusu Ahmet Can Akdemir’e ödülü için teşekkür etti.  Jüri özel ödülü ise Başkan Yılmaz Büyükerşen tarafından Gürdal Abacı’ya verildi. Büyükerşen, Gürdal Abacı’nın da zaman zaman kızdığı haylaz bir öğrencisi olduğunu söyledi. Yılın Sorumluluk Projesi Ödülü’nü Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç Gökkuşağı Kafe-Tepebaşı Belediyesi adına aldı. Ulusal Başarı Ödülü ise ETİ’ye verilirken, ödülü ETİ Yönetim Kurulu Başkanı Firuzhan Kanatlı aldı. Yılın TV Kanalı Ödülü ESTV’ye verildi, ödülü ESTV Genel Yayın Yönetmeni Ali Baş aldı. Yılın Gazetesi Ödülüne Anadolu Gazetesi layık görüldü. Ödülü gazete adına Anadolu Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Kaan Özcan aldı. Yılın Köşe Yazarı Ödülü ise Anadolu Gazetesi’nden Arif Anbar’a verilirken, Yılın TV Programı ise ES TV’de yayınlanan  “Vaziyet” programı oldu. Yılın Bürokratı ödülü, Özdemir Çakacak’a verilirken ödülü Çakacak adına Vali Yardımcısı Aslan Avşarbey aldı. Yılın Kadın Şarkıcısı ödülünü alan Şimal patronu Gürdal Abacı’ya teşekkürlerini sundu ve konuklara konser verdi.

Ödüller sahiplerini buldu 


 Törende verilen diğer ödüller; Yılın iş adamı: Erol Tabanca. Yılın iş kadını:Sibel Gencer. Yılın Yatırımcısı: Hulusi Buyan. Yılın Sağlık Kurumu: Fizyomer Fizik Tedavi ve Rahabilitasyon Merkezi, Yılın Eğitim Kurumu: Atayurt Okulları, Yılın Sivil Toplum Kuruluşu: Kent Bilişim Kurulu, Yılın Öğrenci Kulübü: Anadolu Üniversitesi-İletişim Kulübü, Mesleki Başarı Ödülü: Kenan Araz, Yılın Kadın Sporcusu: Semin Öztürk, Yılın Erkek Sporcusu: Mehmet Özcan, Yılın Çocuk Sporcusu: Alya Çetintaş, Spor Özel Ödülü: Sümeyye Boyacı, Yılın Tiyatro Oyunu: 12 Öfkeli, Yılın Kadın Tiyatro Sanatçısı: Elif Melda Yılmaz, Yılın Erkek Tiyatro Sanatçısı: Hakkı Kuş, Mesleki Başarı Ödülü: Çağrı Cansever, Yılın Müzik Grubu: Sahibinden Kiralık, Yılın Kadın Şarkıcısı: Şimal, Yılın Erkek Sanatçısı: Ceg, Yılın DJ’i: Tuğra Taş, Sanat Özel Ödülü: Ali Eldem, Yılın Yapı Projesi: Odunpazarı Modern Müze (OMM) , Kent Kültürü Özel Ödülü: Sivrihisar Belediyesi, Yılın TV Programcısı: Seda Öğretir, Yılın Radyosu: Radyo A, Yılın Radyo Programcısı: Alişya Baba, Yılın Dergisi: Motto, Yılın Haber Portalı: eskisehir.net, Mesleki Başarı Ödülü: Hidayet Tepeli, Medya Özel Ödülü: Yılmaz Karaca, En İyi Gece Kulübü: 222 Park Retro Hall, En İyi Restaurant: GaGa, En İyi Şef: Mehmet Öztürk, En İyi Pub: Schön, En İyi Kafe: Acıktım Kafedeyiz, En İyi Kahve Dükkanı: İtalyan, En İyi Otel Konsepti: Tasigo Otel, En İyi Spor Merkezi: Sablon Wellness Club, Turizm Özel Ödülü: Odunpazarı Belediyesi, Yılın Moda Tasarımcısı: Fulya Yaba, En İyi Kadın Kuaförü: Hasan Güder, En İyi Erkek Kuaförü: Ali Küçük, Mesleki Başarı Ödülü: Halit Şahin, Mesleki Başarı Ödülü: Aysan Mühendislik oldu.

Eskişehir’de ilki yapılan ödül töreninde konuklar oldukça keyifli bir gece geçirdi. Törenin ardından eğlence After-Party ile devam etti.


Dijital hikaye

  https://docs.google.com/presentation/d/1tF1btW4BNU5FqQ9NVLFC972vNXF80uXLlDQeItm7uvI/edit?usp=sharing