30 Mayıs 2020 Cumartesi
Dijital hikaye
Gastronomi popüler kültüre hizmet ediyor
Sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri telefonları
elimizden düşürmez olduk ve bu mecralarda her şeyi paylaşır olduk. Sosyal mecralar
bu kadar hayatımızdayken belli sektörler de kendilerini daha fazla gösterme
gücü buldu. Müzik, moda, güzellik sektörlerinin ayrı görsel şölen sunduğu sosyal
medyada bir de yiyecek-içecek kültürü oluştu. Gastronomi ve Mutfak Sanatları
bazen bütün inceliğiyle bazen de olağan görkemiyle gösterildi. Elbette bu kadar
göz önünde ve sevilen bir sektörden ayrıca yararlanmak isteyenler ve şöhreti
böyle yakalayanlar da oldu. Türkiye’den bazı örnekleri ise, artık bütün
dünyanın tanıdığı Nusret Gökçe ve onun meşhur tuzlama şekli ‘’Salt Bae’’. Bu
ismin yanı sıra şu an yine gündemde olan bir isim daha CZN Burak ve ‘’Smiley
Bae’’ ile tanıtılması… Çektikleri videolarla izlenebilirliği arttırmaları ve
reklamını çok iyi yapmış olmaları onları dünya çapında tanınan isimler yaptı.
Daha sonrasında ve hatta daha öncesinde de kendilerini tanıtmak, yaptıklarını
göstermek adına Şefler, Aşçılar, lokanta sahipleri sosyal medyayı
değerlendirdi. Farklı olup dikkat çekmek adına hareketler yapan çiğköfteciler,
midyeciler ve tostçular da diğer tarafta sosyal medyada varlıklarını
gösterdiler. Bu durumlar neticesinde ‘’Gastronomi de popüler kültürün bir
parçası mı oluyor’’ diye düşündük ve bunu, genç yaşına rağmen büyük başarılar
sağlamış Şef/Yazar Firkan Gülaydın’la konuştuk. Kendisini tanımaktan mutlu
olduğum bu genç adam, bütün sıcaklığı ve bilgisiyle bu konu hakkında
düşüncelerini ve kendi hayatını bizlere anlattı. Çok genç olmasına rağmen
hayatına çok fazla deneyim sığdırmış olan Firkan, aynı zamanda edebiyata olan
ilgisini de hiç bırakmadı. Yazmayı hep sevdiğini söyleyen, gazetede, dergide
yazmış ve hala Masa dergisinde yazmakta olan Firkan ‘’Yaşamak Mutfağı’’ adlı
ilk kitabına aldığı geri dönüşlerle, edebiyat alanındaki başarısını da sağladı. Bu
çok yönlü konuğumla yaptığımız sohbeti yazıya dökerken de keyifle yaptım. Umuyorum
ki siz de okurken aynı keyfi alırsınız.
Gastronomi
senin hayatında ne zaman, nasıl başladı?
12 yaşında mutfağa başladım aslında. Ortaokul ve lise
düzeyinde Aşçılık Okulu var Bolu/Mengen’de. Bu şekilde dünyada iki tane okul
var, biri de Fransa’da. Ben de ilkokulu bitirdikten sonra direkt ortaokula
oraya girdim. Yani 12-13 yaşındayken biz okulda yemek yapıyorduk, o kadar erken
başladı. Bir de bizim Bolu/Mengen aşçılığıyla ünlüdür, bununla ilgili
festivaller düzenlenir, onun da etkisi var diyebilirim. Küçük yaşta yetişince
tabi mesleğe dair her şeyi öğreniyorsun; bütün zorluklarını görüyorsun,
stajlara gidiyorsun, Turizm sektörünün içine giriyorsun ve bu sektörde sadece
yemek yapmayı değil, hayatı öğreniyorsun, insanları tanıyorsun… O okulu bitirdikten
sonra en iyi kararım üniversiteye gitmemek oldu. Şu an Anadolu Üniversitesi’nin
açığından devam ediyorum ama o zaman Beslenme Öğretmenliği kazandım. O
sıralarda Gastronomi yoktu, karar vermem gerekiyordu öğretmenlik mi yapacağım
yoksa sektöre mi gireceğim. Bu işi hiç sevmiyordum aslında, çocukken Belediye
Başkanı olmak gibi bir hayalim vardı. Daha sonra 2006 yılında İtalyanlarla
çalıştım ve tamam dedim ben bu mesleği yapacağım. Bir de artık restorancılığa
geçmiştim. İtalyanlar da daha farklı, bizim gibi değiller daha disiplinliler.
AYAKLARIM
HER ZAMAN YERE BASTI
Bolu’da
doğdun ne zamana kadar oradaydın, oradan sonra neler yaptın?
17 yaşına kadar Bolu’daydım. Daha sonra Antalya’ya
gittim orada çalışmaya başladım. Toplamda 8 yıl orada kaldım ama dönemsel
olarak ve belli bölgelerinde çalıştım. Belek, Lara ve Manavgat bölgelerinde
çalıştım. Zaten 20 yaşında mutfak şefi oldum ve neredeyse yemek yapmayı
bilmiyordum ama bu bir fırsattı değerlendirmeliydim. Kendimi geliştirdim, iyi
yaptığım bir şey vardı yemek yapmanın yanı sıra, insan ilişkilerinde çok
iyiyim. İnsanlarla diyaloğum çok güzeldir. Şef oldum, 20 yaşındayım çocuğum
neredeyse ve babamdan büyük insanlarla çalıştım. Bir aradasın senin diyeceğin
lafa bakıyorlar, iş bekliyorlar ama daha sonra ben o saygınlığı kurdum.
Çalışmaya devam ettim birçok yerde, Kıbrıs’a gittim, Antalya, Ankara… 25
yaşındayken, Turizme Yön Verenler İcra
Kurulu, o yıl Turizme Katkı Yapanları seçiyordu. Bu bir dizi, hava yolu
olabilir, ben orada 2015 yılının en iyi mutfak şefi seçildim. Türk Hava
Yolları, Osman Sınav gibi isimlerin olduğu yerde ben de ödül aldım ama benim
ayaklarım her zaman yere bastı. Ödül alışım gazetelere falan çıktı öyle olunca
bu sefer üniversitelerden davetler gelmeye başladı, seminer yapalım, workshop yapalım
diye. Gidiyorum şimdi üniversitelere Türkiye’deki bütün bölgeleri gezmişimdir.
Workshop yapıyorum, mesela sabahtan bir grup öğrenci alıp öğleden sonra seminer
verip hayat hikayemi anlatıyorum. Mutfak kısmı bu şekilde devam etti. Yazarlık
hayatım ilk Mevsimsiz Yayınevi’nde başladı. 1.5 yıl da Milliyet gazetesinde
yazdım, köşemde Gastronomi üzerine yazıyordum, Sonra bana çok mecburi geldi
sadece Gastronomi üzerine yazmak. Mesela şu an Masa dergisinde yazıyorum konu
serbest, hayali karakterler yaratıyorum, bir dünya yaratıp yazıyorum.
Milliyet’te ise hep Gastronomi yazmak zorundasın her hafta her hafta… Akademik
bir şeye dönüşür gibi oldu ve bıraktım. Bir de çok yoğun çalışıyordum zaten ara
verdim. Dergi devam ediyor. O arada bir kitap olsun istedim. Kitap çıktı,
okuyucu da biriktirmiştim zaten dergi sayesinde. O kitabı da yaşamak istedim
yazma ve yayın süreci… Bir de bu devirde kitap çok zor artık çıkarmak, basmak,
dağıtmak yani her şeyi. Kitap da 4.baskıya giriyor, Türkiye’de kitap para
kazandırmıyor zaten. Ben özellikle kimseyle anlaşıp reklam da yapmadım.
Üniversiteye davet ediyor hocalar, kitabını da getir diyorlar ama bana çok
ticari gibi geldiği için götürmüyorum. İsteyen gidip alabilir ben ticaretini
yapar gibi çocuklar bu benim kitabım alın demek istemiyorum. O bir taraftan
devam ediyor, dergi devam ediyor. Çocuk kitabına başladım çünkü çocuklar için
de bir şeyler bırakmak istiyorum. Yaşamak Mutfağı kitabım gibi ama mesela
D&R benim kitabımı ‘’kişisel gelişim’’ e koydu ama ben kişisel gelişim
olsun diye yapmıyorum. O konuda kendimi kategorize etmiyorum. Bir de kişisel
gelişim kitapları şöyle ‘’böyle davranın, şöyle olun’’ gibidir ya ben öyle
yapmıyorum. Ben öyküler anlatıyorum, yaşamdan hikayeler anlatıyorum aslında ben
bir hikaye anlatıcısıyım. Hikayelerimin içine bir takım çıkarımlar koyuyorum,
insanların anlayacağı ve göreceği farkındalık yaratan. Mesele depresif
yazmıyorum, depresif hiçbir şekilde sevmiyorum. Benim kitabımı okuyan
insanların mutlaka bana dönüşü olur, ‘’moralim bozuktu sizin yazdıklarınızı
okudum daha sonra kendime geldim. Acı çekiyordum acılarımı unuttum’’ şeklinde.
Çocuk kitabı da ‘’doğa ve çocuk’’ diye. Ben çocuklara hep şunu söylüyorum; doğa
gibi olmak gerek. Doğada gerilim, endişe, telaşe yoktur ve her şey olduğu
gibidir. İnsanlara bakınca insanlar telaşlı, her gün bir korku, endişe var.
Çocuklara da doğa gibi olmaları gerektiğinden, çocukla sincabın arkadaşlığı
gibi doğayı anlatıyor. Masal kitabı ama içinde böyle güzel mesajları olan bir
kitap. İnşallah bir an önce çıkacak. Aslında zaman benim için önemli olan.
Birçok şeyi kafamda yazıyorum mesela roman benim kafamda, bütün sayfalarını
yazmış durumdayım kafamda. Oturup yazıya dökmek biraz zor.
Kafamda
yazıyorum dedin, yazıya aynı şekilde geçirebiliyor musun? Nasıl oluyor?
Değiştirdiğim de oluyor, akışın farklı geliştiği
zamanlarda. Örgü gibi aslında geliyor, gelişiyor kendiliğinden. İlham gelsin
diye bekleyenlerden değilim, restoranın ortasında, yoğunluğun ortasında, oturup
kahve içerken yazabiliyorum. Allah’tan hiç öyle sessiz olsun, köşeme çekileyim
bir şeyim yok. Ben yolculukları çok seviyorum, çok seyahat ediyorum. Yoldayken
de yazıyorum mesela Masa dergisinin çoğu hikayesini yolda yazmışımdır.
TÜRKİYE’NİN
%3’Ü TELEVİZYONDA GÖRDÜĞÜNÜZ ŞEFLERDEN
Gastronomiye
tekrar dönersek, sence Gastronomi popüler kültüre hizmet etmeye başladı mı?
Nusret, CZN Burak gibi isimler çok popüler, sen ne düşünüyorsun?
Kesinlikle popüler kültüre hizmet etmeye başladığını
düşünüyorum. Mesela ben Şefim ama benim profilimde yemek fotoğrafı falan
görmezsin, softur aşçı olmama rağmen. Hiç aşçı olmamasına rağmen insanların
profili yemeklerle dolu çünkü beğeni alsın diye. Bir ev hanımı diyet yaptı,
diyet kurabiye, vegan yemekler paylaşımı. Kesinlikle popülarite için. MasterChef diye yarışma programı çıktı,
gastronomiyle hiçbir alakası yok zaten Acun Medya’nın bir profili vardır; bir
tane şiveli adam vardır, bir tane hayat hikayesi olan bir kadın vardır, bir
tane çok güzel bir kız vardır, bir tane art niyetli birisi vardır. Bunun da
amacı rayting artsın diye. MasterChef’ te yabancı formattan alma zaten.
Amerika’da bir tane Jounior Chef diye bir program var; 7-8 yaşında çocuklar
yemek yapıyor ve inanılmazlar. Büyükler için versiyonu da var o tamamen
profesyonel artık. Çıkardıkları tabaklar, yemekler hepsi zirve. İnsanlarda şef
olursan çok kazanırsın, meşhur olursun algısı var. Türkiye’de %3
televizyonlardaki şefler gibi para kazanıp, öyle bir hayat yaşıyor.
Peki
onlar çok göz önünde olduğu için mi öyle zannediliyor? Eskiden böyle bir algı
yoktu ve şimdi var bunu neye bağlarsın?
Seminerlerde de anlatıyorum, bundan 10 sene önce
anne-babalar çocuğu aşçı olsun ister miydi? Kimse istemezdi, hukuk okusun o
olsun bu olsun derdi ama şimdi aileler çocuklarını özle aşçılık okullarına,
yurtdışına gönderiyor, para veriyor. Üste para harcayıp aşçı olmak istiyor.
İşte Gastronominin gelişimi de bu örnekten baz alınabilir. Şimdi insanlar para
harcıyor ki çocuğum şef olsun diye. Tabi bu gelişim çok güzel bir şey ama bu
gelişim olurken de çok hata yapıyoruz. Meysa diye bir mutfak okulu var
İstanbul’da, özel bir aşçılık okulu. Paralar harcıyorlar oraya, 6 aylık bir
eğitim veriliyor. Sanıyor ki 6 ayın sonunda Süperman gibi her şeyi bilerek
çıkacaklar. Bu meslek için insanlar yıllarını veriyor, 6 ay sonra şef
olmayacaksın ama algı o şekilde. Diplomayı veriyor sana, şefsin diyor çocuk
piyasaya giriyor ben şefim diye işveren de eğitim almış diye mutfağını emanet
diyor. Menü planlama, mutfağın kurulumu, teknik detaylar bilmiyor. Sonra ne oluyor?
İşyeri batıyor. 6 ay sonra başka bir yerde açıyor ve yine batıyor bu hatalar
yüzünden. Bir şef mutfak inşaat halindeyken her şeyi kafasında kurgulayabilmesi
lazım. Tezgah nerede duracak, depom nerede olacak, su deposu nereye koyulacak…
Bir mutfaktan verim en iyi nasıl alınabilir gibi detayları şefin yapabiliyor
olması lazım. Şef eskiden sadece yemek yapandı ama şimdi aynı zamanda psikolog
müşterinin ve personelin psikolojisini anlaması lazım. Yeri geliyor üniversite
mezunu insanlarla, yeri geliyor ilkokul mezunu insanlarla çalışıyoruz. Muhasebe
bilmemiz lazım, alım-satım hesaplarını bilmemiz gerekiyor. Fizik bilmemiz
lazım, buharlaşmalar, yoğunlaşmalar vs
bilinmeli. Daha sonra gurme olmamız lazım, damak tadının Aynı zamanda
restoranı, barı bilmemiz lazım. Artık bu devirde sosyal medyayı hakim
kullanıyor olmamız lazım. Restoranın reklamını yapmak açısından.
BİR
SANAT TOPLULUĞU OLUŞTURDUK
Gastroedebiyat
kulübü kurdun, onun serüveni nasıl başladı?
-Aslında benim Mutfak-Sanat-Edebiyat diye bir sayfam
vardı. Hem mutfak hem edebiyat adına iki yönlü olduğum için. Sonra dergi
çıkarıyorduk arkadaşlarla, bu ikisini birleştirip sanat kulübü kurmayı
düşündüm. Yazarlar olsun, psikologlar olsun, şefler olsun. Bu karışımdan çok
güzel şeyler doğacağını düşündüm, bir şefle bir yönetmenin sohbet etmesi gibi.
Sanatın her dalı vardı; yazarlar, şarap uzmanları, şefler, öğrenciler,
tiyatrocular… Birçok kitleden vardı. Biz 24 sayı e-dergi oluşturduk yani
sanaldan dergi yaptık. Onun dışında da bu toplulukla köy okullarına kütüphaneler
kurduk. 17 tane okula kütüphane kurup, kitaplar gönderdik. Tek başımıza değil
tabi insanlar destek oldu, kitap gönderdiler. Buna öncü olduk, amacımız da
buydu ona hizmet etmekti. Sergi açtık Ankara’da, yenilebilir-takılabilir sanat.
Gelirini yine kız çocuklarını okutmak için olan projeye bağışladık. Kulüp devam
ediyor ama çok aktif değiliz. Herkes yoğun, dergiyi de bitirdik her şeyini ben
yapıyordum. İletişimimiz devam ediyor zaten hepsiyle arkadaş olduk. Bu
birliktelikten 2-3 tane kitap çıktı, tiyatro oyunları çıktı, çok güzel şeyler
ortaya çıktı. Bir kültür mozaiği oluşturmak istedim ben, o da güzel sonuçlar
doğurdu.
Yazarlık hayatın nasıl başladı?
İlk kendi bloğumla başladım. Mevsimsiz Yayınevi’nde
10 sene yazdım. Yerel gazete vardı ama çok amatördüm tabi. Çocukluğumdan beri
aslında içini dökme, yazma isteğim vardı. Yazarlıkla ilgili bir eğitimim yok
ama çok kitap okuyorum, kitapları teknik açıdan okuyorum. Mesela arkadaşım
okuduğum kitabın konusunu soruyor, konusunu bilmiyorum diyorum ben tam olarak
teknik açıdan bakıyorum. Hangi bakış açısıyla yazmış nasıl bağlamış. Kendi
tarzını nasıl yaratmış, bu yazarlarda olması gereken bir şey, birçok kişi bunu
yapıyor. Mesela Zülfü Livaneli’nin tarzı vardır, Orhan Pamuk’un tarzı vardır.
Ben de işte deneye deneye üslubu oluşturuyorum ki insanlar Firkan Gülaydın
yazısı diyebilsinler.
ASLINDA
HAYAT BİR MUTFAKTIR, İNSAN PİŞER İÇİNDE
Yaşamak Mutfağı kitabı nasıl oluştu, ne anlatmak istedin bu kitapta?
Yaşamak Mutfağı, benim parça parça yazdığım öykülerden
oluşuyor. Ben şöyle diyorum; aşçı olduğum için hayata biraz mutfak penceresinden
bakıyorum. Aslında hayat bir mutfaktır ve insan pişer içinde. Buradan yola
çıktım, herkes kendi yaşamak mutfağının şefidir. Mutfağınızı ne kadar güzel
yönetirseniz, o kadar güzel bir yaşamınız olur. İçinde ‘’Kimliksiz Sevebilmek’’
diye bir yazım var, severken kimlikleri kaldırmamız lazım. ‘’ Zihinsel Esaret’’
diye bir yazım var, bu popüler kültüre takıntı, aslında zihinsel olarak bir
esaret yaşıyoruz. Amacım insanlara ilham olmak. Kitabın ilk cümlesi de şudur:
‘’Aslında yazdıklarım banadır’’ aslında birçok şeyi kendime yazıyorum siz
bahanesiniz diyorum okuyucuya. Her yazdığımı ben de yeri geliyor yapamıyorum,
aslında kendime de öğütler veriyorum gibi. Birçok hikayeden oluşuyor ama
hepsini birleştirdiğinizde yaşama dair mesajlar diyebiliriz.
Kitaba
geri dönüşler nasıl oldu, ne dedi insanlar?
Çok güzel oldu. Dergiden de okuyucu kitlem olduğu
için biraz da onların baskısıyla kitap çıktı. Kitap bekliyoruz, kitap ne zaman çıkacak
diye sorarlarken ben de hazır değildim. Biraz birikim yapmam gerekiyor diye
düşünüyordum ama sonra elime o kadar kötü kitaplar geçti ki… Bu kadar kötü
şeyler varken dedim, hak ediyorum benim de bir kitabım çıksın en azından köşede
durur, tepkilere bakarım, hatalarımı görürüm. Tabi ki hatalarım da oldu, şunu
şöyle yapsaydım dediğim ama görmüş oldum. Biraz tecrübe kazandırdı, en azından
bir kitabım var, insanlar ulaşabiliyor ve her kütüphanede olması gerekiyor gibi
inanılmaz dönüşler var. Aynı zamanda tekrar tekrar okunabilecek bir kitap.
İnsanlar altını çizdikleri yerleri fotoğraf çekip gönderiyorlar. Tam olarak
emeğimin karşılığı insanların geri dönüşleri. Maneviyat kısmı açısından beni
hedefime götürdü.
ÇOK
ÇALIŞMALARI GEREKİYOR
Turizm
Fakültelerinde seminerlere gidiyorsun, nasıl geçiyor?
Genelde Turizm Fakültelerine gidiyorum Gastronomi
için ama ODTÜ’ye de gidiyorum. ‘’Bireysel Gelişim Günleri’’ oluyor, orada da
kişisel gelişimle ilgili konuşuyorum. TEdX tarzında konuşmalar yapıyoruz. Tema
belirleniyor, o temaya göre konuşmalar yapıyorum. Mesela ben bir kere
‘’hayalet’’ temalı bir kere de ‘’cesaret’’ temalı yaptım. Cesaretle ilgili
yazılarım kitabımın içinde de vardı zaten. ODTÜ kısmı böyle işte ama genelde
Turizm Fakültelerine gidiyorum tabi.
Öğrenciler
en çok neyi merak edip soruyor?
En kısa yoldan şef olmak istiyorlar. Hiç emek
harcamayayım, bir an önce şef olayım diyorlar. Ben de çok çalışmaları
gerektiğini söylüyorum, kendilerini geliştirmeleri gerektiğini… Daha sonra
otelde mi devam edeyim restoranda mı diye soruyorlar. Yurtdışına nasıl
gidebilirim sorusu en çok sorulanlardan. Ne Gibi zorluklarla karşılaştınız ve
özellikle kadınların Mutfakta hep ikinci planda gibi olmaları hakkında. Ben
staja gittim, hiçbir şey öğrenmedim diyorlar, aslında çok şey öğreniyorlar.
Nasıl bu kadar genç yaşta başarılı oldunuz gibi sorular soruyorlar.
SİZ KADINLARIN BİZDEN HİÇBİR EKSİĞİ YOK
Biliyorsun
bizim toplumumuzda evde yemek görevi kadına verilir ama genelde şefler erkek.
Otel, restoran mutfaklarında daha egemen görünüyorlar. Bunu neye bağlarsın?
Sektörde kadın şef oranı gerçekten az mı?
Kadın şef oranı az bu da şu yüzden; bizim okulda 400
tane erkek öğrenci vardı, 4 tane kız öğrenci vardı o dönemler. Şimdi biraz daha
fazla ama insanlar kızlarını staja göndermek istemiyordu; Antalya’ya,
Manavgat’a, Bodrum’a vs. Hadi diyelim gitti, çok da iyi aşçı mezun oldu,
evlendiği zaman kocası istemiyor. Yoğun çalışıyor, geç saatte çıkıyor… Aslında
toplumsal bir baskı. Kadının çocuğu oluyor, ara veriyor ve mutfak sert bir
sektör sert olması gerekiyor. Çok başarılı kadınlar da var. Birçok yerde
Avrupa’da da kadınlar bu alanda ön planda değil. Mesela benim bir tane kadın
pastane şefim vardı, yoğun çalışıyorduk. Evliydi, çocuğu vardı ona senin için
sıkıntı oluyor mu diye sordum, benim için sorun olmuyor eşim memur çocukla o
ilgileniyor demişti. Akşamda çocuğuyla birlikte eşi, onu almaya geliyordu. Çok
şaşırmıştım, Türk toplumunda çok fazla görmediğimiz şeyler. Bir gün dedim ki nasıl
böyle oldunuz, eşiyle de tanıştım harika bir karakter ve uzun yıllar
yurtdışında yaşadıklarını öğrendim. Türkiye’de evlenen biraz daha kendini arka
plana atıyor. Kadınlar daha çok pastacılıkta ilerliyor. Daha kolay, sabah
çalışılabilir bir iş çünkü bir pastacılık var bir kıyma çekmek gibi güç
gerektiren bir şey. Kadın-erkek eşitliğini savunan bir insanım ben. Burada en
çok görevde kadına düşüyor. ‘’Susan Kadın’’ diye bir yazım vardı, orada
yazmıştım, kadın kocam gelişsin arka planda kalırım diye düşünebiliyor. Beyim
ne derse o olur diyen susan kadınlar yüzünden diğer kadınlar da zarar görüyor.
Hukuksal açıdan tamam eşitiz ama sosyolojik açıdan öyle değil. Ben her
mutfağımda mutlaka kadın personelle çalışırım ve aman sen bunu kaldıramazsın
diye kolay iş vereyim yapmadım ki kendine güveni gelsin. Siz kadınların bizden
hiçbir eksiğiniz yok.
Peki
erkekler daha iyi aşçıdır algısı var ya, sence bu nasıl bir ayrım var mı?
Bunun kadını-erkeği yok. El lezzetiyle alakalı. Araba
kullanırken de kadınlara laf atılır ama baktığın zaman o kadar çok kötü
kullanan erkek var ki… Ama işte biraz da psikolojik, aldı o yönde mutfakta da o
yönde olmuş. Aslında kadınların elleri daha yatkındır, çocuk yaşta mutfakta
annelerine yardım ederler, daha hâkimler aslında.
KENDİ
MUTFAĞIMIZA HÂKİM OLAMIYORUZ
Türkiye’nin
Gastronomi seviyesi sence ne durumda?
Neyle kıyasladığımıza bağlı, dünyada kıyaslarsak çok
çok gerideyiz. Bizim kendi mutfağımız tanınma aşamasında yok. Avrupa, şiş kebap
biliyor bizim sadece binlerce çorbamız var. Osmanlı mutfağında şerbetlerimiz…
Osmanlı mutfağında salyangoz bile pişerdi. Müslüman mahallesinde salyangoz
satmak deyimi oradan çıkmıştır. Osmanlı mutfağında ahtapot vardı deniz ürünleri
vardı. Birçok yere hâkimlerdi, birçok kültür vardı içinde. Açık büfe oteli
düşün; isimlikler vardır ya İngilizce isimler yazar. Biz mantı koyuyoruz
Kayseri mantısı, oraya Turkish ravioli yazıyoruz. Mantı mantıdır yani. Pide
yapıyor insan Turkish Pizza yazıyor. Bu sefer çakma duruyor, İtalya’nın çakması
gibi orijinal görünmüyor. Kendi mutfağımıza hâkim olamıyoruz. Öğrenciler
okullarda bulgur pilavı yapmayı öğrenmek istemiyor ama bir risotto dediğin
zaman keyifleniyorlar. Avrupa’nın her şeyi bize cazip geliyor, bu yüzden
ilerleyemiyoruz. Kültürümüze yönelik yazılı kaynağımız çok yok. Adamların 200
yıl öncesine ait yemek kitapları var, yemek kültürü seyahatnamesi var, bizde
yok. Olan da nasıl biliyor musun İngilizce kaynaklardan çeviri yapmış, koymuş
kitap çıkarmış.
Aslında sen Bolu’daydın, Bolu yemek kültürü olan bir yer değil mi?
Kesinlikle öyle. Bolu eğitim anlamında iyi bir yer.
86 yılında yemek anlamında profesyonel bir okul kuruluyor. Daha o zamanlar
Gastronomi yok, insanlara Gastronomi dediğinde gastrit mi diyorlardı, algı oydu
kimse bilmiyordu. Şu an orada yüksekokul var, fakültesi var ve ilçe tamamen
aşçı. Sokakta aşçı elbisesiyle gezen insanlar var, okula giden öğrenciler var.
Çok keyifli ama şu an üniversitelerde de çok iyi bir Gastronomi eğitimi
verilmiyor. Öğretmenler yemek yapmayı bilmiyor ki. 4 yıllık Gastronomi ya da
Gıda Mühendisliği bitirmiş, 60 gün stajını yapmış ama 60 gün stajda bir insan
ne öğrenebilir ki? Sonra gitmiş formasyon almış, KPSS’ye girmiş atanmış. Otel
tecrübesi yok, hamur işleri dersine giren öğretmen hamur açmayı bilmiyor. Sonra
da öğrenciye hiçbir şey öğretemiyorlar. Düzenleme gelmesi lazım, devlet
nezninde de, belki 2 yıl eğitim 2 yıl iş hayatında çalıştırma gerekebilir.
Mersin Üniversitesi Gastronomi bölümü açıyor, ilk 2 yıl mutfak yok. Çünkü;
bölümü açıyormuşsun, dilekçe yazıyormuşsun bilmem ne oluyormuş bütçe
geliyormuş. 2 yıl öğrenci var bu okulda! Süleyman Demirel Üniversitesi’ne
gittim, ben geldim diye Migros’tan bir şeyler almış çocuklar, boş bir alana da
tüp koymuşlar yemek eğitimi vereceğiz orada… İmkanlar kısıtlı değil ama
çocukları sektöre güzel hazırlamıyorlar. Aslında daha çok akademisyenliğe
hazırlıyorlar. Ben çocuklara hep okuldaki eğitiminizle kalmayın, bir otel
restorana gidin çalışın, para pul önemli değil diyorum. Her şeyi pratikte
öğreniyorsun. Bıçak kullanmayı kağıt üzerinde öğrenemezsin.
POPÜLER OLMAK BAŞARILI OLMAK DEĞİLDİR
Gastronomiye
olan ilgi son zamanlarda mı arttı?
Kesinlikle öyle, televizyon programlarının da
etkisiyle şu an bütün çocuklar aşçı olmak istiyor. Keyifli geliyor onlara,
popüler ve ön planda, parası güzel bir de öyle bir algı var. Şef olunca direkt
ünlü olacaklarını düşünüyorlar ama ülkenin %3 sadece öyle ve bu sefer çocuk
hayal kırıklığına uğrayacak. Ben 200 kişinin olduğu seminerde sadece 5 kişi şef
olacak diyorum. Çünkü şef olamazsam mutsuz olurum kafasına girmelerini
istemiyorum. Aşçıyken de mutlu olabilirsin, pastacıyken de mutlu olabilirsin
ama algı o işte şefsen her şey tamam. Asıl mutfağı sevmek gerekiyor ve bunun
maddi-manevi karşılığı oluyor. Bir şekilde o pozisyonda olman gerekiyorsa
geliyorsun zaten. Bakıyorum ama konuma geliyor, 6 ay sonra yok ortada geziyor.
Psikolojik olarak çöküş yaşıyor, o yüzden iyi hazırlanmak lazım.
Aslında
eskiden de vardı yemek programları, o zamanlar niye bu kadar ilgi çekmemişti?
O zamanlar vardı ama kanalda bir tane vardı. Bir
Oktay Usta vardı, o kadar. O da zaten profesyonel bir eğitim vermiyordu.
Türkiye’deki hiçbir kanal profesyonel bir eğitim vermiyor. Bana herkes şef bir
YouTube kanalı aç diyor, ben YouTube kanalı açsam eğitim kanalı açarım. Part
part makarna yapımı, sos yapımı gibi temel eğitim videoları gibi. Bunları
öğrencilerin göreceği videolar, programlar yok Dha çok ev hanımlarına dolma yap
gibi programlar vardı. Profesyonel olarak Türkiye’de hala eğitim programı,
kanalı kesinlikle yok.
İyi
şef popülaritesi olan şef midir?
Hayır, kitapta da vardı bu bölüm, popüler olmak ve
başaralı olmak arasında fark var. Yazının ikinci kısmı şöyle geliyor; güzel
olmak ve çıplak olmak arasında fark var. Biz o ayrımları yapamıyoruz. 100 bin
takipçisi olana başarılı diyoruz, o başarılı değil ki popüler. Ne şefler var…
Tevazu sahibi insan, o doymuş insan buna takılmaz. Mesela bir hoca ünlü şefi
davet diyor, çocuklara yemek yapsın diyor ama yemek yapmayı bilmiyor.
MasterChef’te bir tane jüri var, gittiği her otelden kovulmuş bir adam, hiçbir
başarısı yok. O yüzden ünlü olmayıp başarılı olan o kadar insan var ki. İkisi
bir arada olan yok mu tabi ki var. Hem başarılı hem popüler insanlar var ama
geri kalanı hep şişirilmiş. Ben öğrencilere bunu ayırt edin, kendinize idol
alacağınız insan başarılı olması lazım, bakın bu insanın elde edilmiş ne
başarısı var diye, sosyal medyada video çekmekle başarılı olunmuyor.
Son
olarak, Türkiye mutfak sanatları açısından turizmde nasıl?
Ben yine Milliyet’te yazmıştım, şefler kültür
elçisidir diye. Şefler kültürü yansıtır; konuşması, üslubuyla, yaptığı
yemeklerle… Eskiden savaşta bir ülkeye girecekse bir toplum alınacaksa önce
oraya yemek kültürü aşılanırmış çünkü kültür yemekten başlıyor. O yüzden çok
önemli bir yeri var yemek sektörünün turizmde. Şeflerin rolü bu noktada çok
büyük. İnsanlar yemek yemeye Gaziantep’e gidiyorlar, yurt dışından gelip
gidiyorlar Antep bir yemek şehri olmuş artık. Bütün ülke genelinde de yemek
fuarı, turizm fuarı görüyoruz ve şehre de kazandırıyor. Aslında mutfak her
yerde ve her şehirde var. Bunu turizme de uyarladığımızda ülke olarak daha çok
tanınıp, kültürümüzü tanıtabiliriz.
Giderek yükselen başarılarıyla Göksel Güner
Genç ve dinamik kadrosuyla 2012 yılından beri faaliyet
gösteren ArtNefer Tasarım Ofisi'nin ortaklarından Göksel Güner, Salt&Pepper
markasıyla Cassaba Modern'deki en dikkat çekici adresin kurucu ortağı oldu.
Hayallerini, gerçekleştirdiklerini ve Eskişehir'e kazandırdıkları mekan
konusunda iddialı olduklarını dile getiren başarılı isimle, markanın ortaya
çıkış sürecinden beklentilerine ve özel hayatına uzanan keyifli bir röportaja
imza attık.
Genç
bir iş adamı olarak kendinizden bahseder misiniz?
1981, Eskişehir doğumluyum. Güzel Sanatlar Fakültesi
mezunuyum. Evli ve 1 çocuk babasıyım. Belli bir süre İstanbul’da yaşadım daha
sonra Eskişehir’e yerleştim ve burada iş kurdum.
ArtNefer
Tasım Ofisi’yle Eskişehir’de birçok mekânın tasarımına imza attınız. Bu markayı
oluşturma süreci nasıl gelişti?
İstanbul’dan döndükten sonra askere gittim ve
askerden döndükten sonra sınıf arkadaşım Güray Gürüp ile beraber daha önceden
olan fikrimizi gerçekleştirdik. İkimizde Güzel Sanatlar Fakültesi mezunuyuz.
İstanbul’da biraz tecrübe kazandıktan sonra, askerliği de aradan çıkartıp kendi
memleketimize faydalı bir iş yapalım dedik ve burada bu fikri eyleme geçirdik.
Eskişehir’e böyle bir tasarım ofisi açtık.
HERKESİN BİR HAYALİ VARDIR, BİZ GERÇEĞE ÇEVİRDİK
Salt&Pepper
Always Together geçtiğimiz Mart ayında Eskişehir’e kazandırıldı. Buranın fikri
nasıl gelişti?
Herkesin bir bar açalım hayali vardır, biz o hayali
gerçeğe çevirenlerdeniz. O yüzden bunu gerçekleştirmek istedik ve açtık. Burada
üç ortağız; Volkan Yetkinoğlu, Eren Metin ve ben. Ortaklarımın her ikisi de
şeftir ve alanında uzman kişilerdir. Üçümüzün ortak hayaliydi, buraya geldik ve
lokasyonu çok beğenip burada başladık.
Salt&Pepper
Always Together’a insanların geri dönüşleri nasıl oluyor?
-İnsanların geri dönüşleri çok iyi, bir gören bir daha
geliyor diyebilirim. Eskişehir’e biraz yabancı bir konsept, Eskişehir daha çok
öğrenci ağırlıklı ve aslında bir uçurum da var. Bir taraf çok öğrenci ağırlıklı
bir taraf ise çok lüks. Burası alternatif sağlayacak bir mekân, tam olarak
alternatif bir mekân diyebiliriz çünkü menüsü çok geniş; dana-yanaktan kokorece,
cin barına kadar çok çeşitliyiz. Bugün Türkiye’de olmayan bir cin barımız var,
çok yüksek kalitede ve insanlardan tarafından da yavaş yavaş talep görüyor bu
zamanla artacaktır. İnsanların cin alışkanlığı olanları da var gerçekten bir cin
sever kitle varmış ama aynı zamanda cini sevdiler. İnsanlar böyle yerlerde hep
bira, votka belki viski biliyorlar ama cin bambaşka bir şey. İnsanların biraz
algısı değişti, insanlar barın sadece bira, kokteyl vs.den olmadığını gördüler.
Kokteyl olarak da çok kuvvetliyiz, çok çeşitliyiz ve bu konuda şehre vizyon
kattığımızı düşünüyoruz. Yemekler konusunda da iddialıyız, şeflerimiz çok iyi
bir menü oluşturdular. Mehmet Yalçın konuğumuz oldu ve Anadolu’da böyle bir yer
görmekten dolayı mutlu olduğunu söyledi. Müzik konusunda da kalitemiz
diğerlerinde olduğu gibi yüksek diyebiliriz. Tanınan Dj’leri ağırladık örneğin;
Maksim Dark, Gaidukova’yu ağırladık. Aynı zamanda şehirde çok iyi müzisyenler
ve Dj’ler var onları da ağırladık ve ağırlamaya devam ediyoruz. Bu alanda
sürprizlerimizde olacak, onu daha sonra açıklarız.
ESKİŞEHİR TASARIMDA HENÜZ YETERLİ DEĞİL
Tasarım
ofisinizden önce İstanbul’da tecrübelendiniz. Bugün Eskişehir’in tasarım
sektöründeki yerini nasıl değerlendirirsiniz?
-Eskişehir’in tasarım sektöründeki yerini şöyle
değerlendirebilirim; topumun eğitilmesiyle alakalı bir süreç. Eskişehir’de bu
işlerin algılanışından bahsetmeye çalışayım. Eskişehir’deki insanlar aldıkları
hizmetin karşılığının ne olduğunu bilemedikleri için ya da bunu ölçemedikleri için,
bazen de ölçmek için bile entegrasyon kuramadıkları için neye para
harcadıklarını bilmiyorlar ve bu onları maddi kaygıların içine sokuyor. Rekabet
yeterli seviyede olmadığı için bunu şu anda algılayamıyorlar. Şimdilerde ulusal
markalar gelmeye başladı; yeme-içme sektörüne örnek BigChef geldi, Hunger
geldi. Şehirde çok iyi markalar var ama onlar bu işe yeterince eğilmiyorlar bu
yüzden biz Eskişehir’de bir ajans olmamıza rağmen, İstanbul’dan ve başka
yerlerden, markalardan besleniyoruz. Eskişehir tasarım konusunda biraz kısıtlı
bir yer, tam olarak yeterli değil. Üniversiteli çalışmaların olması gerekiyor,
buradan mezun olan insanların burada kalmaları gerekiyor ama olanak da
sağlanması gerekiyor. Eskişehir markaları bu işlere bütçe ayırmadığı için ve
birçoğu İstanbul’da çalışma hevesinde olduğu için mikrom iletişim düşünce yok.
Sonucunda da ben yeterince personel almıyorum, kısa seviyede davranıyorum ve
bir şekilde de işin hakkını yerel olarak vermeye çalışıyorum. Bunların yanı
sıra vizyon sahibi işler de yok değil ama bir elin parmakları kadar
diyebiliriz. Bu kesim Eskişehir’in gelişimine katkı sağlıyor, çok iyi bir şekilde
çalışan insanlar var mesela; Serkan Can Zengin, vizyoner bir şekilde ilerliyor.
Kendi sektöründe çok iyi bir yere geldi ve yolunun da açık olmasını diliyorum.
Diğer insanlar ise ben karşılığında ne alacağım deyip aydınlanma bekliyorlar ve
çok cüz’i rakamlar harcayarak cirolarını 10’na katlamak istiyorlar. Bu noktada
ise insanların düşünce tarzlarını değiştirmeleri ve eğitimlerini arttırmaları
gerekiyor.
İş hayatında mutlu ve başarılı olma sırlarınız nelerdir?
Ben özel hayatımda mutluyum ve benim iş hayatım da
hobilerimden oluştuğu için zevk alıyorum ama ülkenin ekonomik koşullarında
insanların iş hayatında kendini mutlu ve başarılı bulduğunu sanmıyorum. Bu
ekonomiyle doğru orantılı, son 1-1.5 yılda yıprandık ve her gün bir ödemeyi
düşününce mutlu olamıyoruz. Elbette her şey maddi açıdan mutlu olmak değil ama
bir şekilde hayatımızı parayla idame ettiriyoruz ve bu nedenle de mutluluğu
başka yerlerde arıyoruz.
BU ARALAR EN BÜYÜK HOBİM: DİJİTAL MARKETİNG
İş
hayatına atılmadan önce idol aldığınız bir kişi var mıydı? Neleri sizi
etkiledi?
İdol aldığım bir kişi yoktu. Ben çalışmayı seviyorum,
çok küçük yaşlarımdan beri çalışıyorum ve çalışmayla motive oluyorum. İş
hayatında şu örneği verebilirim; İstanbul’da bir dönem birlikte çalıştığımız
Bülent Erkmen adında bir hoca vardır, idol diyemem ama feyz aldığım bir
insandır. Gerçekten çok profesyonel bulduğum ve çalışma şansını bulduğum için
saygı duyduğum kişidir.
Özel
ilgi alanlarınız nelerdir? Tutkuyla yaptığınız aktiviteleriniz var mı?
Spor yapamıyorum maalesef her Pazartesi
başlayamıyorum. Tutkuyla bağlandığım ise animasyon, bir şekilde elimden gelen
yeteneğim de o ve çizim. Bunlar benim motivasyon kaynağımdır. Sürekli eskiz
çizerim, dinlenmemi sağlıyor. Müzikle ilgilendim uzun bir süre boyunca ve üniversite
hayatımı müzisyenlik yaparak kazandım. Bunların dışında motosiklet kullanmayı
ve balık tutmayı çok severim ama bunlar için pek bir vaktim yok. Şu aralar
yaptığım en büyük hobim ise; Dijital Marketing ve bunun bambaşka bir dünya
olduğunun farkındayım. Bu farkındalık da beni sürekli öğrenmeye itiyor ve gün
içerisinde Dijital Marketingle ilgili hala bir şeyler öğreniyorum. Bütün bu
öğrendiklerimi uygulayabileceğim bir platform var ve bu beni hem öğrenmeye
yönlendirirken hem yenidünyayı kavramaya yönlendiriyor. Dijital Marketing ’in hem
yeni bir iş modeli hem de çok zevkli olduğunu düşünüyorum. Bu platformda
‘’kazan kazan’’ mantığıyla ilerleniyor ve bir algoritmayı öğreniyorsunuz.
ÖZEL YAŞANTIMDA MİNİMAL YAŞAMAYA ÇALIŞIYORUM
İş hayatınız dışında nasıl bir insansınız?
İş dışında ailemle vakit geçirmeyi seven bir insanım, farklı lezzetler tatmayı, gezmeyi sevsem de vakit bulamıyorum. Arkadaşlarım ve dostlarımla vakit geçiriyorum ama daha çok çekirdek ailemleyim. Bunlardan hoşlanıyorum çünkü buralar çok yorucu, her şey maksimal düzeyde ve o yüzden iş hayatı dışında daha minimal yaşamaya özem gösteriyorum. Eşimle birlikle bunun için uğraşıyoruz, iş hayatının dışında dinginlik ve sakinlik bulmaya çalışan insanlarız diyebilirim.
Küçük bir oğlunuz var, onunla iletişiminiz ve babalık serüveninizden bahseder misiniz?
Oğlum benim için yeni yetiştirdiğim bir dostum. Deniz
Ali, hayatımıza çok pozitif şeyler katıyor ve çok motive ediyor. Oğlumla
birlikte vakit geçirmek, onunla bir şeyler paylaşmak beni ruhen doyuruyor.
Şimdilerde 2 yaş sendromundan dolayı zorlansak da onunla her şey çok keyifli
diyebilirim. Küçük bir çocuğun yaptığı şeylere inanamıyorsunuz ve onu hayata
kendinizin getirmiş olması şaşkınlık veriyor. Çocuk sahibi olmak garip bir
duygu, sürprizler barındırıyor. Deniz Ali alfa bir çocuk, ona ayak uydurmak
bazen bizi yoruyor. Oğlumuzun çok eğip bükebileceğimiz bir karakteri ve tavrı
yok, genelde sürünün içinde olmuyor. Deniz Ali’nin hiçbir zaman sürünün içinde
olacağını da düşünmüyoruz, kendinden büyük çocuklara bile tavrını gösteriyor.
Deniz Ali, çok fazla kalıplara sığan bir çocuk olmadığı için de bazen bizi
şaşırtıyor. Oğlumuz için temennimiz vicdan sahibi ve iyi bir insan olması onu
haricinde anne-baba olarak her zaman yanında olacağız.
11.Yapmak
istediğiniz başka projeler var mı? Gelecek planlarınızdan bahseder misiniz?
-Büyük çaplı birkaç projeye başladık, onları
yönetiyoruz ve eminim ki tüm dünyada ses getirebilecekler. Kültür Bakanlığı
projesi üstünde çalışıyoruz ve gündemi de bir şekilde etkileyebilecek işler
diyebilirim. Aynı zamanda Atatürk üstüne çok çalışıyoruz, ‘’arttırılmış
gerçeklik’’ projelerimiz var. Atatürk’ü farklı bir platformda; kişilere, yeni
Türkiye’ye anlatabilecek projelerimiz var. Bunlar bizi zinde tutuyor ve mesleki
anlamda da doyuruyor. Bu projeleri yaklaşık iki buçuk-üç sene içinde Türkiye
duyacak. Özel hayattaki hayalim ise; küçük bir sahil beldesine yerleşip
teknemle uğraşmak istiyorum. Bu konuda eşimle birlikte daha minimal bir hayat
planlıyoruz ve oğlumuzu huzurlu bir ortamda yetiştirmek istiyoruz.
Eskişehir'de termik santral mücadelesi kazanıldı
Termik Santral Projesi özelleştirme kararının Danıştay tarafından bozulmasıyla ilgili düzenlenen toplantıda konuşan Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç, “Bu süreç, başlı başına büyük bir başarı hikayesidir. Kentimizde yaşayan vatandaşlarımız on binlerce dilekçe verdi. Türkiye’ye örnek olacak bir süreci birlikte sürdürdük” dedi.
Geçtiğimiz hafta Alpu Ovası’na yapılması planlanan Kömürlü Termik Santral Projesi alanının özelleştirilme kararı Danıştay tarafından bozulmuştu. Konuyla ilgili Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç, belediye meclis salonunda bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıya CHP Milletvekilleri Utku Çakırözer ve Jale Nur Süllü ile Kent Konseyi Başkanı Nuray Akçasoy da katıldı.
Türkiye'ye örnek başarı hikayesi
İlk olarak kürsüye çıkan Başkan Ahmet Ataç, tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgınıyla ilgili konuştu. Salgın sürecini çok yakından takip ettiğini belirten Ataç, “Türkiye’de de 1,5 ay önce hükümetin birtakım tedbirler almasıyla bu önlemler başladı ama maalesef şu var çok ciddi bir planlama olmadığı net gözüküyor, çok şey el yordamıyla oluştu ama Cumhuriyet döneminin üniversitelerinde Tıp Fakülteleri’nde çok iyi yetişmiş akademisyen ve öğrencilerin olması nedeniyle ve sağlık çalışanlarının olması nedeniyle Türkiye bu konuda gerçekten iyi bir başarı yakaladı. Sağlık Bakanı iyi niyetli ve başarılı olduğunu görüyorum ama maalesef tabi yukarıdan gelen direktiflerle birtakım disiplinler bozulabiliyor. Bilim kurullarının görevlerini çok iyi yaptıklarını biliyoruz ve sık sık televizyonlara çıkarak insanları bilgilendirmeleri iyiydi. Neticede deneyim kazanarak bu günlere geldik. Bundan sonrası daha önemli Türkiye’de bu başarı günlük takip ediyoruz, vefatlar vakalar azaldı ve iyi gidiş son derece önemli ama bana göre bundan sonrası çok daha önemli” dedi. Ataç, “Virüsün getirdiği kötülükle beraber belki dünyaya hiç fark edemeyeceğimiz iyilikler de getirecek veya bunu iyi değerlendirirsek öyle olacak” ifadelerini kullandı.
Ataç şöyle devam etti: “Bugün konumuz Termik Santral, işte termik santrallerin kurulmasıyla ilgili dünyada birçok tahribat yapıldı. Çok küçük bir örnek, 30 büyükşehir var karantina altında değil mi bir de Zonguldak var niye Zonguldak? Bir kömürler iki termik santraller bunu fark ettin o zaman arkadaş hükümet olarak bu noktalarda artık dikkat edin. Yani şunu kazanacağız diye insan sağlığına lütfen saygı gösterin. 21 Ocak 2017’de Bakanlar Kurulu Alpu Ovası’nı büyük ova ilan etmişti, hakikaten sevindik çünkü bir tarımsal sit gibi oldu yani tarımı koruyan bir kavramdı ama 2-3 ay sonra bir gerçek ortaya çıktı, Alpu Ovası’nda bir termik santralin yapılacağını öğrendik tabi Eskişehir olarak şok yaşadık. Eskişehir’de bütün STK’lar, barolar, tabip odası, eczacılar, diş hekimleri, Büyükşehir’de Nuray Başkanım Kent Konseyi’nin çok büyük etkili olduğu, Milletvekillerimiz aynı şekilde. Mesela bizim bu Ankara ziyaretlerimizde 1 hafta bu Gündüzler ve Alpu’daki genç kadın çiftçileri meclise götürdük orada milletvekillerimiz ağırladılar. Orada başka bir MHP’nin milletvekili ile görüştürdük, Emine Hanım’dan randevu aldık, o kadınlarımız Emine Hanım’la sohbet ettiler. Hepsi tek tek 60 tane kadın ne düşündüğünü söyledi hatta bugün oradan davet ettik ama herhalde Korona nedeniyle gelemediler. Bir tanesi çok etkilendik hiç unutmuyorum her yerde de söylüyorum, Emine Hanım’a dedi ki, biz sizden aş, iş istemiyoruz bizim toprağımıza dokunmayın bu işin özetlemesi bu kadar kısa ve güzel olabilirdi.”
Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Ender Kelleci ile önceki gün yapmış olduğu görüşmeden bahseden Ataç, çeşitli veriler aldığını belirterek “Türkiye’nin 2030’a kadar yeni bir elektrik gücüne ihtiyacı yok. Birçok termik santrale başlanıldı ama şu andaki ihtiyacımız arzın üzerinde yani özellikle de 2018 ekonomik krizi ve son bu korona salgını nedeniyle elektrik tüketimi yine aşağılara iniyor çünkü ekonomik krizde birçok fabrika kapandı, birçok çalışan işsiz kaldı aynı şekilde bu 2 aylık sürede de aynı şeyler oluyor. Beyazaltın Alpu Ovası’na çok yakın bir merkez termik santral Beyazlatın’a yapılıyor. Bu dönemde biliyorsunuz Alpu’da AKP’li belediye var o belediye başkanı da termik santralinin yapılması için çok üstün çaba sarf ediyordu onu da söyleyeyim. Söğüç, Bahçeli, Osmaniye köylerinde bitkisel üretim büyüklüğü 165 milyon TL, hayvancılık ise yaklaşık 100 milyon TL değeri olan bir yer. Biliyorsunuz Beyazaltın lüle taşının olduğu yerler, lüle taşının tarihen baktığınızda yaklaşık 5 bin yıllık bir tarihi vardır. Türkiye’de yabancılar geldiğinde almak istediği eşyaların içerisinde 4.sıradadır. 2017’de bir rakam var elimde, 1 milyon 600 adet pamuklu taşın yani lüle taşın kıymetlisine pamuklu taş denir, pipo ihraç edilmiş. İşlenmiş bir piponun tanesini 100 dolardan hesap edersek 16 milyon dolarlık bir ihracat söz konusu ve termik santrallerde o madenlerin hepsi kül depoları haline gelecek. Eskişehir halkının ve Gündüzler ve Alpu bölgesindeki bu konuda hassasiyeti çok önemliydi ve biraz önce gördüğünüz gibi 180 adet traktörün katıldığı bir eylem yapıldı. İnanır mısınız orada bu traktörlerin plakaları alınıp Ankara’da soruşturmalar açıldı” dedi.
Konuyla ilgili hukuki sürecin çok önemli olduğunu ve Tepebaşı Belediyesi ile Büyükşehir Belediyesi’nin ilk girişimleri yaptığını kaydeden Ataç, “Eskişehir halkının ve bölge insanlarının hassasiyeti, kömürlü termik santrale karşı verilen mücadelede büyük önem taşıdı. Kentimizin buna karşı çıkması, konuyu meclise taşımamız da çok önemliydi. Öte yandan bir hukuki süreç yürütüldü. Tepebaşı Belediyemiz, Eskişehir Büyükşehir Belediyemiz ile birlikte ilk girişimleri yaptı. Bu özelleştirme ile ilgili bir davaydı ve 25 Ekim 2017’de açmışız. Bu ilk dava, 13 Kasım 2019 tarihine kadar sürdü ve karar çıktı. O dönemde 5’e karşı 4 oyla, santralin ihale iptali kesinleşti. Ve geçtiğimiz günlerde de belediyelerimize, bu iptal kararının alındığı bildirildi. Aldığımız farklı olumlu kararlar ya da almayı beklediğimiz lehimize kararlar da var. Acele kamulaştırma iptal davamız da lehimize sonuçlanmıştı örneğin, ilk kazandığımız olumlu sonuç da buydu. Bu süreç, başlı başına büyük bir başarı hikayesidir. Kentimizde yaşayan vatandaşlarımız on binlerce dilekçe verdi. STK’larımız, Büyükşehir Belediyemiz, ilçe belediyelerimiz, meslek odalarımız ve bölge halkımız ile hep birlikte hareket ettik. Bütün Eskişehir’e bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum, Türkiye’ye örnek olacak bir süreci birlikte sürdürdük” ifadelerini kullandı.
Toplantıda bir programa katılacağını belirterek konuşmasını kısa tutacağını ifade eden Jale Nur Süllü, “Gerçekten bir virüs daha önce sahip olduklarımızın ne kadar değerli olduğunu öğretti. Evet doğayı insanların hırsıyla talan etmenin nelere mal olduğunu hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz. İnanın şu maskelerle nefes almamız bile son derece güç, bir de termik santralin Eskişehir’de kurulduğu takdirde sürekli takmak zorunda olduğumuzu düşündüğümüzde ne kadar endişelensek azdır diye düşünüyorum. Ben nasıl Koronada bu endişe duyuyorsam açıkçası bu kazandığımız davadan da tamam davayı kazandık ama asla kaptırmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yer üstü kaynaklarını tüketen bu kararlılıkla yeni oyunlarla bu santrali yapmak üzere karşımıza geleceğini düşünüyorum. Eskişehir halkı olarak basınıyla, sivil toplum örgütleriyle, meslek odalarıyla, siyasileriyle, belediyeleriyle çok uyanık olmamız gerektiğini düşünüyorum. Hepinize saygılar sevgiler sunuyorum. Başta belediyelerimiz, milletvekili yol arkadaşım ve özellikle Kent Konseyi Başkanımız bu konuda çok çaba gösterdi emeklerine sağlık tüm odalarımıza ve basınımıza ayrı ayrı teşekkür ediyorum” diye konuştu.
Partiler bir araya geldi
Termik santralle mücadele konusunda üç belediye başkanının her zaman yan yana durduğunu vurgulayan Utku Çakırözer, “Belediyeler gerçekten gönlünü, ağırlığını verdiğinde, tüm gücünü gerek hukuki anlamda gerek kendi sınırları içinde Alpu’da nasıl kullandığını onlara minnettarız. Tüm hukukçular bu bir hukuk mücadelesiydi onlara minnettarız, odalar, sendikalar onlara minnettarız. Çiftçiler, Eskişehir’de yaptığımız o hatırlarsanız o mitinglere gelen hem de siz gittiğinizde yani biz bin tane laf söyleyelim ama bir köylünün lafı tüm Türkiye’ye yetiyor da artıyor bile. Türkiye’de çok özlenen bir birliktelik oldu, partiler bir araya geldi kimler vardı anımsatmak isterim size; CHP vardı biz vardık ama biz tek değildik bir koalisyon vardı ve geniş bir koalisyondu, İYİ Parti vardı, Saadet Partisi vardı, DSP, MHP vardı hatta kendileri ayrı toplantı da yaptı ve inanıyorum ki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yurttaşlarının gönlü başından sonuna kadar bu mücadelede bizim yanımızdaydı. Kendilerini il başkanı olarak Eskişehir’de temsil edilen yüzleri belki açıkça söyleyemediler ama kitlenin bizim yanımızda olduğunu biz kendi şehrimizde biliyorduk. Aslında bakarsanız kendileri de ne kadar yanlış bir şey yaptıklarının farkındaydılar buraya gelen üst düzey yetkililer hep Alpu ne kadar güzel bir tarım ovası burayı korumalıyız dediler ama bunu genelde seçim öncesinde dediler seçim sonrasında bildiklerini okumaya devam ettiler” dedi.
Kaymaz için mücadele
Mücadelenin Türkiye’ye örnek olduğunu belirten Çakırözer, “Türkiye’ye örnek, Türkiye’de benim sesim duyulmaz mı acaba zehirli santralle nasıl mücadele edeceğiz diyenlere ‘Biz yanınızdayız’ demiş olduk. Alpu’ya bu mücadeleyi birlikte verdik, sizler de bütün saydığım belki sayamadığım bileşenlerle… O yüzden Alpu mücadelesi örnek bir dosya olarak çevrecilerin hep önünde olacak. ÇED raporları mutlaka sorgulanmalı, ÇED raporunu kim yazıyor? Başından beri ben bu işin uzmanı değilim ama ÇED raporunu yazan insan biz onlardan daha fazla zarar vereceğinin biliyorduk, bunu nasıl yazıp altına imza atarsınız? Danıştay’ın kararından sonra acaba utanacaklar mı? Bunun sorgulanması lazım çünkü Türkiye’de artık ÇED raporu işi ticarete dönüşmüş durumda. Türkiye’nin dört bir yanında mücadele edenler var, Eskişehir’de var. Bunlardan bir tanesi aslına bakarsanız 20 yıl önce verilmiş olan bir mücadele şimdi yeniden verilmesi gerekiyor, 20 yıl önce belki bu dönem imkanlarımız olsaydı Sivrihisar’daki altın madeni de belki başarılamayacaktı. Yeniden böyle bir mücadeleyi belki hazır Alpu mücadelesini kazanmışken şimdi Kaymaz’da verme zamanı bizler maden karşıtı değiliz bizler yer altı kaynaklarının ilenmesinden yanayız ama bizler madenciliğin insana, çevreye, kuşa zarar vermeden yapılmasını istiyoruz” ifadelerini kullandı.
“Sepetçi Beyaz Altın Köyü’nde bir kahvede gerçekleştirilen toplantıyla kucağımıza düştü ve o günlerde termik santral denildiği zaman Eskişehir’in hiç de aklında olmayan bir hikayenin başlangıcı oldu” ifadeleriyle sözlerine başlayan Nuray Akçasoy, “Öncelikle gerçekten de insanlar bunun bir zararı olabilir mi acaba diye düşüncelere kapıldığı zamanlar oldu ama Eskişehir de okuryazar oranı yüksek bir şehirdir, sivil toplumu yüksek bir şehir. Zamanla bilgilendik hepimiz, başka şehirdeki insanlarla görüştük onları buraya getirdik onlar bize bu mücadelenin nasıl olduğunu anlattılar ve biz öncelikle bir araya gelmemiz gerektiğini öğrendik. Vatandaşlarımızı aldık hem Çan’a götürdük hem Karadeniz’e götürdük Çatalağzı denen yerden dönerken o köylülerimiz otobüslerde ağladı çünkü biz onlara termik santral gezdirmedik, biz onları alıp orada serbest bıraktık. Kiminle istiyorsanız görüşebilirsiniz, ne istiyorsanız sorabilirsiniz dedik, Çan’da da aynı şekilde biz alıp termik santral gezdirmedik, biz termik santral yaşayan insanlara kendileri sorup öğrensin istedik ve vatandaşlarımız bu gezilerden ve basınımızın da gezileri oluştu, onlar da gördüklerinden o kadar etkilendiler ki…” dedi.
Akçasoy sözlerini şöyle sürdürdü: “Dünyayı o kadar yorduk ki… Temiz hava almak istiyoruz, artık dünyanın temiz havaya ihtiyacı var, temiz gıdaya, temiz suya, yaşamak için en çok bunlara ihtiyacımız var. Geri kalanların olmasa da olur olduğunu bize şu 2 ay zaten öğretti. Artık geldiğimiz yüzyılda hiçbir şekilde bu fosil atıl denilen yakı denilen kömürün kullanılmaması gerektiğini biliyoruz. Bunlar insan sağlığına zarar veriyor bizim bunlara ihtiyacımız yok. Enerji açısından da ihtiyacımız yok. Ben Eskişehirlilere öncelikle çok teşekkür ediyorum, çevre dostu çevre gönüllülerine çok teşekkür ediyorum. Onlar bu mücadeleyi her telde, her yolda, her sokakta verdiler. Burada tabi üniversitelere bir serzenişim olacak, üniversitelerimizin kıymetli hocalarından, belki vardır ellerinde çalışmalar ama alamadığımız çok çalışma oldu. Bundan sonra bu Korona’nın belki ders vermesini daha iyi çalışmalar alacağımızı umut ediyorum. Bugün için bu mücadele kapandı ama önümüzde bir Kaymaz var Kaymaz için mücadele vermemiz lazım. Orada da o siyanürlü atıkların oranın toprağına, insanına zarar vereceğini biliyoruz. Bu mücadele uzun soluklu bir mücadele, çevrenin kıymetini hem insanlar hem bu virüs istesek de istemesek de hepimize öğretecek.” dedi.
Tepebaşı’ndan 13.Uluslararası Eskişehir Pişmiş Toprak Sempozyumu
Eskişehir Tepebaşı Belediyesi tarafından bu yıl 13’üncüsü düzenlenen Uluslararası Eskişehir Pişmiş Toprak Sempozyumu muhteşem bir törenle açıldı. Açılış töreninin ardından Türk müziğinin sevilen ismi Alpay, Eskişehirlilere unutulmaz bir gece yaşattı.
Tepebaşı Belediyesi’nin düzenlediği 13.Uluslararası Eskişehir Pişmiş Toprak Sempozyumu’nun açılış töreni eski Eti fabrikası alanında yoğun bir katılımla gerçekleşti. Törene; Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç, CHP Eskişehir Milletvekili Jale Nur Süllü, Han Belediye Başkanı Erdal Şanlı, CHP Eskişehir İl Başkanı Abdülkadir Adar, İyi Parti Eskişehir İl Başkanı Mehmet Ektaş, Eskişehir Sanayi Odası Organize Sanayi Bölgesi Başkanı Nadir Küpeli, Eskişehir Ticaret Borsası Başkanı Ömer Zeydan, Eti Şirketleri Yönetim Kurulu Başkanı Firuzhan Kanatlı, Kılıçoğlu Yapı Malzemeleri’nin Grup Başkanı Barış Özaydemir, Nijerya Konsolosu Abdullahi Shamsudeen Suleiman, Güney Kore Cumhuriyeti Büyükelçisi Hong Ghi Choi, Romanya Ankara Konsolosu Erdal Bolat ile diğer sponsor firmaların temsilcileri, sempozyum sanatçıları ve çok sayıda sanatsever katılım sağladı.
Törende konuşma yapan Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç, sempozyumun Eskişehirlilerin desteği sayesinde 13.kez yapıldığını belirtirken, ‘’Bizler Tepebaşı’nda sıradan şeyleri yapmayı sevmiyoruz. Türkiye’de ilkleri yapmayı özellikle önemsiyoruz’’ diye ekledi.Dt.
Ahmet Ataç yaptığı Etiyopya gezisinden bilgiler verdi; BM’in desteği ile
düzenlenen 14.Küresel İnsan Yerleşimleri Formu’na davetli olarak katıldığını söyledi. Organizasyona katılan
ilk Türk Belediye Başkanı olarak ‘’Küresel Akıllı Kent Modeli’’ kategorisinde
ödül aldıklarını belitti. Sempozyum konuşmacıların gerçekleştirdiği
konuşmaların ardından konukların eserleri ziyaret etmesiyle devam etti.
Sempozyum açılış törenin ardından sevilen sanatçı Alpay sahne alarak,
Eskişehirlilere unutulmaz bir gece yaşattı.
Eskişehir’de Sevgililer Günü nasıl geçti?
Tüm dünyada coşkuyla kutlanan, sevginin
taçlandırıldığı gün; 14 Şubat Sevgililer Günü Eskişehir’de de, eğlenceli ve
oldukça dolu bir şekilde kutlandı.
Eskişehir’de çiftlerin gittiği mekânlardan ve
katıldığı etkinliklerden kutlama manzaralarını sizler için görüntüledik.
14 çift 14 nikâh
İlk olarak gündüz saat 14.00’da Vega Outlet AVM’DE
Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç tarafından 14 çifte nikâh kıyıldı.
Tepebaşı Belediyesi ve Vega Outlet AVM Eskişehir Alışveriş Merkezi iş
birliğiyle düzenlenen nikâh töreninde 14 çift mutluluklarını evlilikle
taçlandırdı. Geleneksel olması planlanarak başlanan ve üç yıldır aynı tarihte
gerçekleşen toplu nikâhlarda bu sene de çiftler dünya evine girdi.
Genç çiftlerin nikâhlarını kıyan Tepebaşı Belediye
Başkanı Dt. Ahmet Ataç, evlenen çiftlere tebrik dileklerini iletirken, mutlu
evliliğin sevgi ve saygıyla mümkün olacağını söyledi. Sevgililer Günü’nü
senenin en özel günlerinden biri olarak niteleyen Başkan Ataç, evlilik müessesesinin
çok özel olduğunu ve bunun kıymetinin bilinmesi gerektiğini cümlesine ekledi.
Kıydığı nikâhlarda evlilik cüzdanını gelinlere takdim eden Ahmet Ataç,
sonrasında çiftler ve şahitlerle teker teker fotoğraf çektirmeyi de ihmal
etmedi. Evlilik cüzdanın gelinlere eşlerine iyi bakması şartıyla takdim
eden Ataç, hem çiftlerle hem de
çiftlerin aileleriyle bu özel günü ölümsüzleştirdi.
Pasta kesim töreni öncesinde 14 çift ve Başkan Ahmet Ataç fotoğraf çektirdiler ve Ataç
nikâhını kıydığı çiftlere ilk düğün hediyelerini verdi. Kıyılan nikâhların
ardından düğün pastalarını kesen çiftlere Vega Outlet AVM tarafından sürpriz
hediyeler de verildi. Bu özel günde tüm çiftler, mutluluklarını bol bol
fotoğraf çektirerek ölümsüzleştirdi.
Sevgililer Günü Workshop ile devam etti
Store’Mills Sevgililer Günü’ne özel pasta ve çikolata workshopu organize etti. Workshop’a katılan konuklar pasta ve çikolata yapmayı öğrenirken, sonra yaptıkları pasta ve çikolataların tadımını yaptılar.
Katılımcılar, Store’Mills şefinden pastacılık ve çikolata yapımı ile ilgili bilgiler edindi. Katılımcıların yaptığı kalp şeklinde çikolataların tadımının ardından yine kalp şeklinde yapılan Sevgililer Günü pastaları da katılımcılara hediye edildi. Sevgililer Günü için özel olarak düzenlenen bu etkinlikte katılımcılar hem eğlendi hem de pasta ve çikolata yapımının ayrıntılarını öğrendi.Eşi veya sevgilisiyle bu etkinliğe gelen çiftler, keyifli ve öğretici vakit geçirdiklerini söyledi.
Sevgililer Günü rotası Teras Balık’ta devam etti
Eskişehirliler, Sevgililer Günü akşamını Eskişehir’in gözde mekânı Teras Balık’ta geçirmeyi tercih ettiler.
Romantik akşam yemeklerinin yenildiği bu özel günde çiftler, Teras Balık’ta unutulmaz bir gece yaşadı. Teras Balık, sosyal medya hesabından bir hafta öncesinde, düzenlediği çekilişle takipçilerine dilediği kişiyle akşam yemeği hediye etti. Çekilişi kazanan şanslı çift, Hacer Avcı ve Murat Soysal oldu.
Sevgililer Günü’nü Teras Balık’ta geçirmeye hak kazanan genç çift, gecenin tadını doyasıya çıkardı. Sevgilim aynı zamanda çocuğum ve ailem diyen çocuklu ailelerinde rotası Teras Balık olurken, Sevgililer Günü akşamı tüm ihtişamıyla devam etti.
Sevgililer Günü’nün son adresi Majha oldu
Eskişehirli çiftlerin bir diğer tercihi ise,
Eskişehir’in sevilen eğlence mekânı 222 Park Majha oldu.
Özenle hazırlanmış ve aşkın rengi kırmızıya bürünmüş
222 Park Majha’da, Sevgililer Günü rüzgârı esti. Bu özel günü dışarıda keyifli
bir şekilde geçirmek isteyen çiftler, romantizmin ve lezzetli bir akşam
yemeğinin tadını çıkardı. Canlı müzik eşliğinde yemeklerini yiyen ve sohbetin
tadını çıkaran çiftlerin mutlulukları gözlerinden okundu. Bu anlamlı ve özel gecede; şık ve güzel çiftler, objektiflerimize poz
vermeyi ihmal etmedi.
Eskişehirlilerin sevdiği kişiyle yemek yediği, eğlendiği ve hatta evlendiği bu unutulmaz 14 Şubat günü, her yıl olduğu gibi unutulmaz anlara imza atmış oldu.
Farklı ve özgün sergi: “Geçit’'
Eldem Sanat Alanı-Dalyancı Konağı mahzeninde, sanat tarihçi Doç. Dr. Burcu Pelvanoğlu ile “Türkiye’de Modernizm’den çokkültürlü söyleme geçiş ve kültür politikalarında çok kültürcü söylem” isimli bir söyleşi gerçekleşti.
Söyleşi “GEÇİT”
sergisinin yan etkinliği olarak, hem sergi içinde yer alan yapıtlar üzerinden
hem de mekanın tarihine odaklanarak çok yönlü yaklaşımlarla serginin küratörü
Melike Bayık’ın moderatörlüğünde Sanat Tarihçi Burcu Pelvanoğlu ile tartışmaya
açıldı.
Eldem Sanat
Alanı-Dalyancı Konağı’nın üçüncü sergisi “GEÇİT”, mimari bir dili ve kimliği
olan Dalyancı Konağı’nın kendi muğlak tarihçesi üzerinden, kendi mekansal
köklerine dair olan bir arayışı konu ediniyor. Yapının inşa sürecinin
bilinmeyişi, kimler tarafından yapıldığının kayıtlarına ulaşılamayışı ve bunlar
karşısında bilgi eksikliği, mekansal tarihçesi ve etnik kökenlere dair
verilerin bulunmayışı, belki de yok edilişi üzerinden kurgulanan
interdisipliner sergide, Tanzer Arığ, Eda Aslan, Büşra Çeğil, Gülsün
Karamustafa, Hasan Pehlevan, Huo Rf, Jochen Proehl, Çağrı Saray, Vahit Tuna ve
Egemen Tuncer mekanların hafızalarına odaklanan bireysel, sosyal, antropolojik
ve politik minvallerde ürettikleri eserleri ile izleyiciye çeşitli sorular
yöneltiyorlar.
“Geçit’’ sergisine özel söyleşi
Doç. Dr. Burcu
Pelvanoğlu’nun söyleşisinden keyifle çıkan, Eldem Sanat Alanı’nın sorumlusu
Esra Eldem bu tür etkinliklerle ilgili kısa konuşmasında: “Yaptığımız sergileri daha uzun zaman
dilimine yayıp, onunla beraber onu destekleyici bu tip yan etkinlikleri daha
fazla arttırmak gibi programımız var önümdeki sene için. “Standart”ta bunu
gerçekleştiremedik, bunu da ilk defa yapabildik. Hem sanatçı konuşmaları hem de
konu, konsept ve kavramla alakalı farklı farklı etkinlikler olsun; dans
gösterileri, performans atölye çalışmaları olabilir ve bunun gibi panel ve
konuşmalar mutlaka olacak. Burcu Pelvanoğluy bunun için inanılmaz şanslı bir
isimdi o yüzden geldiği için çok mutluyuz Herhalde Geçit ’in bu konularını daha
iyi kimse anlatamazdı.’’ ifadelerinde bulundu.
Geçmişten günümüze kadar modernizm
Söyleşi konuklarından Işıl Aydemir ise: “Eskişehir’e ilk defa geldim, sanat alanında çalışan biriydim. Galeri sektöründe İstanbul’da çalışıyordum, şu an çalışmıyorum. Öncelikle genel olarak sadece Eldem Sanat Alanı üzerinde olmadan yeni müze vs. açıldığı için buradaki hareketliliği görmek istedim. Eldem Sanat’ a bakınca da şu an buradaki iki serginin gerçekten başarılı ve çizgisinin daha serbest, hatta içeride konuşulanlara bağlarsak daha oto sansürsüz olduğunu düşünüyorum. İki sergiyi de aynı şekilde iyi buldum ve beğendim. Yine buradaki söyleşiye gelirsek yararlı ve uzun vadeli genel olarak bir toparlama denilebilir. Türkiye’ de genel olarak modernizmi baştan sona ve şu ana kadar geldiği noktaya kadar ele alındı. Tabi ki her zaman bir çıkmazdayız ama en azından bunu bir tekrar konuşma ihtiyacı duyduk. Gittikçe daralan bir alan artık sergi içerikleri, sanat yazıları gibi her bağlamda diyebilirim. O yüzden bunlar evet çok değerli. Onun dışında ben burada diğer çalışan arkadaşlarla konuştuğumda gördüğüm; buraya gelenler için sanat hareketliliği çok yeni bir kültür onlar için. Dolayısıyla gelenlerin sergiyi nasıl gezeceğini ve kavramları ayrıştıramadığını gördüm. Bunları bilen tabi ki vardır ama genel ağırlıklı olarak duyduğum kadarıyla bu biraz azınlıkta. Bu noktada Eldem Sanat gibi kuruluşların öğretici olacağı bu alana ve izleyiciye yol göstereceğini düşünüyorum.’’ dedi.
Boşlukları dolduran bir söyleşi
“Geçit’’ sergisinin
küratörü Melike Bayık: “Mekânın kendi kimliği üzerine bir sergi yapmak
istemiştik çünkü mekânın tarihçesi de net olarak bilinmiyor. Üstünde durduğumuz
taş kime aitti zamanında, hangi koşullarda nasıl geldi bilinmiyordu. O yüzden
aslında buna odaklanarak bir sergi yapmak istedik ve serginin de genel durumu
şuydu: mekanın bilinmeyen tarihi üzerinden değişen kültür ve simülasyon,
kültürel bellek bizim için önemliydi. Tabi yaparken mimarisine odaklandık.
İçerideki sanatçılar da direkt bunu anlatıyor. Burcu Hocamla birlikte yaptığımız
etkinlikte de aslında bu kültürel sürecin nasıl değiştiği nasıl bir form içinde
kaldığı gibi bir duruma odaklandık.’’ diyerek sergi ve söyleşi hakkında
düşüncelerini ifade etti.
Söyleşiyi gerçekleştiren Burcu Pelvanoğlu, Melike Bayık’ın ardından düşüncelerini dile getirdi:
“Burası hem yeni bir mekân, hem de Melike’ nin bahsettiği gibi tarihi belli olmayan tarihinde boşluklar olan bir mekan olduğu için bu söyleşiyi yapma fikriyle Melike geldiğinde; günümüzün kültür politikaları nasıl bu yöne evrildiği üzerine konuşma yapmak daha uygun olur diye düşündük. Bu sebeple de modernizm nasıl bir kurguya sahipti ve bunu nasıl kaybettik, bu çok kültürcü söylem bu politikaları özellikle azınlık politikalarını nasıl körükledi ve sanat bunu nasıl kullanır hale geldi diye düşünerek bunu konuşmak istedik.”
“Geçit’’ sergisi 15 Mart’a kadar Eldem Sanat alanında sanat severlerle buluşmaya devam edecek.
Eskişehir’de bir ilk: Başarı Ödülleri
Eskişehir’de
bir ilk: Başarı Ödülleri
Eskişehir’de ilk kez düzenlenen ve her yıl yapılması
planlanan Eskişehir Başarı Ödülleri’nin ödül teslim töreni gerçekleşti. Temmuz
ayından itibaren yoğun çalışmalarla sürdürülen ödül töreni, görkemli bir
organizasyonla 15 Aralık Pazar günü Gaga Restaurant’ta yapıldı.
Bu özel gecenin sunuculuğunu ünlü manken-sunucu Özge Ulusoy ve Soner Yüksel üstlendi. Törene; Vali Yardımcısı Aslan Avşarbey, CHP Milletvekili Jale Nur Süllü, Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç, ETO Başkanı Metin Güler, Anadolu Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Selim Başar, Eskişehir Teknik Üniversitesi(ESTÜ) Rektörü Prof. Dr. Tuncay Döğeroğlu, ETİ Yönetim Kurulu Başkanı Firüzhan Kanatlı, Kent Konseyi Başkanı Nuray Akçasoy ve Eskişehir’in önde gelen simaları katıldı.
Tören öncesi kokteyl ile başlanan gecede, Espark
defilesi yapıldı. Defilede ünlü mankenler; Wilma Elles, Ece Gürsel ve Serkan
Tan boy gösterirken genç mankenler de podyumda izleyenleri büyüledi. Beğeniyle
izlenilen defilenin ardından, Eskişehir’in kazananları belli oldu.
Eskişehir
başarıları taçlandırıldı
Başarıların ödülledirildiği gecede; ilk olarak ‘’ömür
boyu başarı ödülü’’ Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz
Büyükerşen’e verildi. Büyükerşen, tüm Eskişehir halkına ve törenin kurucusu
Ahmet Can Akdemir’e ödülü için teşekkür etti. Jüri özel ödülü ise Başkan Yılmaz Büyükerşen
tarafından Gürdal Abacı’ya verildi. Büyükerşen, Gürdal Abacı’nın da zaman zaman
kızdığı haylaz bir öğrencisi olduğunu söyledi. Yılın Sorumluluk Projesi
Ödülü’nü Tepebaşı Belediye Başkanı Dt. Ahmet Ataç Gökkuşağı Kafe-Tepebaşı
Belediyesi adına aldı. Ulusal Başarı Ödülü ise ETİ’ye verilirken, ödülü ETİ
Yönetim Kurulu Başkanı Firuzhan Kanatlı aldı. Yılın TV Kanalı Ödülü ESTV’ye
verildi, ödülü ESTV Genel Yayın Yönetmeni Ali Baş aldı. Yılın Gazetesi Ödülüne
Anadolu Gazetesi layık görüldü. Ödülü gazete adına Anadolu Gazetesi Yazı İşleri
Müdürü Kaan Özcan aldı. Yılın Köşe Yazarı Ödülü ise Anadolu Gazetesi’nden Arif
Anbar’a verilirken, Yılın TV Programı ise ES TV’de yayınlanan “Vaziyet” programı oldu. Yılın Bürokratı
ödülü, Özdemir Çakacak’a verilirken ödülü Çakacak adına Vali Yardımcısı Aslan
Avşarbey aldı. Yılın Kadın Şarkıcısı ödülünü alan Şimal patronu Gürdal Abacı’ya
teşekkürlerini sundu ve konuklara konser verdi.
Ödüller sahiplerini buldu
Törende verilen
diğer ödüller; Yılın iş adamı: Erol Tabanca. Yılın iş kadını:Sibel Gencer.
Yılın Yatırımcısı: Hulusi Buyan. Yılın Sağlık Kurumu: Fizyomer Fizik Tedavi ve
Rahabilitasyon Merkezi, Yılın Eğitim Kurumu: Atayurt Okulları, Yılın Sivil
Toplum Kuruluşu: Kent Bilişim Kurulu, Yılın Öğrenci Kulübü: Anadolu
Üniversitesi-İletişim Kulübü, Mesleki Başarı Ödülü: Kenan Araz, Yılın Kadın
Sporcusu: Semin Öztürk, Yılın Erkek Sporcusu: Mehmet Özcan, Yılın Çocuk
Sporcusu: Alya Çetintaş, Spor Özel Ödülü: Sümeyye Boyacı, Yılın Tiyatro Oyunu:
12 Öfkeli, Yılın Kadın Tiyatro Sanatçısı: Elif Melda Yılmaz, Yılın Erkek
Tiyatro Sanatçısı: Hakkı Kuş, Mesleki Başarı Ödülü: Çağrı Cansever, Yılın Müzik
Grubu: Sahibinden Kiralık, Yılın Kadın Şarkıcısı: Şimal, Yılın Erkek Sanatçısı:
Ceg, Yılın DJ’i: Tuğra Taş, Sanat Özel Ödülü: Ali Eldem, Yılın Yapı Projesi: Odunpazarı
Modern Müze (OMM) , Kent Kültürü Özel Ödülü: Sivrihisar Belediyesi, Yılın TV
Programcısı: Seda Öğretir, Yılın Radyosu: Radyo A, Yılın Radyo Programcısı:
Alişya Baba, Yılın Dergisi: Motto, Yılın Haber Portalı: eskisehir.net, Mesleki
Başarı Ödülü: Hidayet Tepeli, Medya Özel Ödülü: Yılmaz Karaca, En İyi Gece
Kulübü: 222 Park Retro Hall, En İyi Restaurant: GaGa, En İyi Şef: Mehmet
Öztürk, En İyi Pub: Schön, En İyi Kafe: Acıktım Kafedeyiz, En İyi Kahve
Dükkanı: İtalyan, En İyi Otel Konsepti: Tasigo Otel, En İyi Spor Merkezi:
Sablon Wellness Club, Turizm Özel Ödülü: Odunpazarı Belediyesi, Yılın Moda
Tasarımcısı: Fulya Yaba, En İyi Kadın Kuaförü: Hasan Güder, En İyi Erkek
Kuaförü: Ali Küçük, Mesleki Başarı Ödülü: Halit Şahin, Mesleki Başarı Ödülü:
Aysan Mühendislik oldu.
Eskişehir’de ilki yapılan ödül töreninde konuklar
oldukça keyifli bir gece geçirdi. Törenin ardından eğlence After-Party ile
devam etti.
Dijital hikaye
https://docs.google.com/presentation/d/1tF1btW4BNU5FqQ9NVLFC972vNXF80uXLlDQeItm7uvI/edit?usp=sharing
-
Termik Santral Projesi özelleştirme kararının Danıştay tarafından bozulmasıyla ilgili düzenlenen toplantıda konuşan Tepebaşı Belediye Başkan...
-
Sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri telefonları elimizden düşürmez olduk ve bu mecralarda her şeyi paylaşır olduk. Sosya...